22 Eylül 2010

Yeniden Beraberiz

Kadehin ardından görünen her şeyin şekli şemali kayıyordu. Binalar uzuyor, bulutlar bulanıklaşıyordu. Arkadan zar zor müziği duyuyordu, "kimseye etmem şikayet, titrerim..." falan filan.
Tam o anlardan biriydi. Eylül'dü ama değildi. Tarih, saat belliydi ama değildi. Öyle bir andı ki, hani insanın kendi kendiyle olduğu, medeniyetin belirlediği değil de, kendi hayatının belirlediği zamanda bir yerdeydi. 21 Eylül 2010 saat 19.09 değildi yani. 35 yıl, 2 ay, 11 gün, 21 saat, 10 dakikaydı.
Ne yaptım diye düşündü. Ben ne yaptım?
Çekip vurmuştu. Göğsünden ince bir kan sızıyordu. Kırmızı ince bir iplik gibiydi. Sanki işaret parmağının etrafına dolayıp hızla çekse kopacakmış gibi hissediyordu. Bakarken aklına kanın aslında yeşil olduğu geldi. Yıllar önce bir yerlerde okumuştu; kan aslında yeşildi, açığa çıkıp oksijenle temas edince kırmızıya dönüşüyordu.
Kendisini bu düşüncelerle daha ne kadar oyalayabilirdi, gerçekte olup bitenlerden daha ne kadar uzak tutabilirdi? İstediği kadar anlamsız düşüncelere kapılsın gerçek önündeydi, bu anın içindeydi, kaçış yoktu.
Kandan iplik gittikçe kalınlaşıyordu. Yanında ufak bir birikinti haline dönüşmüştü. Ölmek üzere olduğunu anladı. Son bir kaç kelime etmek istiyordu ama ne anlamı vardı ki? Neye yarardı? Bir kaç dakika içinde her şey sona erecekti.
İşaret parmağını kan birikintisine batırdı. Yanağına savaş boyasına benzer çizgiler çizmeye başladı. Kendi kendine mırıldanarak, teker teker çizdi. Onu hatırladı. Birazdan kavuşacaklardı. Gözleri ağırlaşmaya başlayıp kapanırken ağzından zar zor duyulan iki kelime çıktı "yeniden beraberiz".
Bu hikaye Öykü Atölyesi'nce belirlenene "Yeniden beraberiz" kelimelerinin beynimden kovaladıklarıyla yazılmıştır.

11 Eylül 2010

Bize HAYIR Demeyi Öğretmediler

Biz hep iyi çocuklar olmak üzere yetiştirildik.
Büyüklerine hayır deme.
Öğretmenlerine hayır deme.
Kocana hayır deme.
Arkadaşlarına hayır deme.
Herkesi mutlu etmeyi amaç edin.
Kendi mutsuzluğun anlamına bile gelse daha çok evet demeye çalış.

Kaç kere HAYIR demeyi öğrenmek istediniz? Kaç kere HAYIR demiş olmayı dilediniz? Bahse girerim hayatınızdaki pişmanlıkların hepsini değilse bile, çoğunu HAYIR demeyi bilmediğiniz için yaşadınız.

HAYIR diyemediğiniz bir arkadaşınız kullanmıştı sizi...
HAYIR diyemediğiniz için kopyadan yakalanıp disiplin cezası aldınız...
HAYIR demediğiniz bir çocuk kırmıştı kalbinizi...
HAYIR demediğiniz için ailenizin istediği bölümde okudunuz, kendi istediğiniz değil...
HAYIR diyemediğiniz için yıllarca hakettiğiniz ücretin altına çalıştınız...
HAYIR demediğiniz için 4 çocukla, 4 duvar arasına sıkışıp kaldınız...

Bu defa HAYIR'ınız sadece sizin hayatınızı değil, hepimizin hayatını etkileyecek. Bütün Türkiye'nin hatta yarın evet diyeceklerin bile - farkında değiller ama - hayatını kurtaracak belki...
Belki sadece kolaylaştıracak, adalet, hak, hukuk getirecek...

Yarın HAYIR demeyi öğrenmek için güzel bir gün. Hayatınızda bir kez elde edebileceğiniz önemli bir fırsat.

Bizi yıllarca gelenek, görenek için, örf, adet için, ahlak, terbiye için, hepsinden ötesi kolay idare edilebilmemiz için HAYIR'sız yetiştirenlere yarın cevap veriyoruz.

Biz kendi kendimizi idare edebiliriz!
Biz kendi adımıza karar verebiliriz!
Biz bağımsız yaşayabiliriz!
Alın size bundan sonraki tüm HAYIR'ların ilki:

HAYIR!

Yarınlar hepimize HAYIR'lı olsun.
Herkese iyi geceler ve bol şans!

10 Temmuz 2010

Manzaranın Köşesindeki Çöp Kutusu


Doğum günüydü...
Denize karşı oturmuş, karışık omletiyle sıcak çayını içerken ne kadar mutlu ya da mutsuz olduğunu sorguluyordu. Bugün yolun yarısıysa o zamanı ne kadar iyi geçirdiğini düşünüyordu. Genelin standartlarına göre kariyerinde, ilişkilerinde büyük başarıları olmuştu. İnsaniyet ve hayvaniyet namına da bugüne kadar bir kaç iyi iş yaptığı söylenebilirdi. Ama kimin standartlarına göre?

Ona göre başarılı olmak genel geçer kriterleri yerine getirmek demek değildi. Ona göre başarı kendi istediklerini, kendi dilediklerini gerçekleştirmekti. Sonucun başarılı ya da başarısız olması önemli değildi, hayata geçirmiş olmak yeterliydi.

Şimdi bakıyordu da hayat mı ona geçirmişti yoksa? Bu kadar zamanda hiç bir şey yapamadığını daha doğrusu yapmadığını düşünürken ve ikinci çayını ısmarlarken önündeki deniz manzarasının tam köşesindeki çöp kutusunun yanına bir adam geldi. Belli ki bir evsizdi. Üstündekiler kesinlikle dökülmüyordu ama onun için alınmadığı kesindi. Pantolon paçaları ayak bileğinin üstünde bitiyor, üstündeki mont ise en az 3 beden büyük geliyordu. Daha sonra adamın giydiklerini farklı bir bakış açısıyla değerlendirdiğinde belki de paçaları gece onu izleyen karanlıktan daha rahat kaçabilmek için yerlere sürünmesin diye kesildiğini, üstüne oturan bir mont bulduktan açlıktan verdiği kilolar yüzünden artık montun içinde kaybolduğunu görecekti. Ama bunları çok sonra düşünecekti. Şimdi tek düşünebildiği adamın çöpe uzanıp içindeki plastik bardağın kamışından bir şeyler içebilme çabasıydı. Defalarca alıp bitiremediği ya da sadece buzları kaldığı için attığı içecekleri düşündü. Demek ki arkasından onları da içen biri vardı. Yaz olması kötüydü çünkü eriyen buzlar hızla buharlaşıp uçuyor, o içenlere hiç bir şey kalmıyor olmalıydı. Bir an duraksadı ve bunu düşündüğüne utandı.

Aklından bunlar geçerken adam gitmişti bile. Adamı görmeden düşündüklerini hatırladı. Daha da utandı. Hepsinin ne anlama geldiğini düşünmeden düşündü, yüreğinde ve kapladığı boşlukta ve boşluğun boş kalışında hissetti.

Manzaranın köşesindeki çöp kutusuna hafif kilolu genç bir kız yaklaştı. Elindeki boş su şişesini çöpe attı.

31 Mayıs 2010

Haaaaaaaaaaaaaa

Küçüle küçüle ne hale geldim. Kendim aldığımı sandığım kararlarla...Görmemezlikten geldiğim ayrıntılarla...Başkasının hayatını yaşadığımı hissettiğim anlarda, yaşamamam gerektiğini düşündüm. Kendi hayatımı yapamamışım. Yapan var mı hep merak ettim.

Sandığım kadar iyi olmadığımı anladığım anlık ümitsizliklerde yok olmak istemek, sonra iyi olup olmamanın kimlerin kriterlerine göre olduğunu hatırlamak ve o kriterlerde bir hayat yaşamak istemediğimi hatırladım. Kendime geldim.

Eskiden kendine acımak, içip başarızsızlıklarını kutlamak, ağlamak bir beceri gibi gelirdi. Bunların hepsi "biliyorum" demekti. "Doğru kriterleri biliyorum, onları yakalayamadığımı görecek kadar zekiyim, kabul edecek kadar alçakgönüllü ve acısını dışa vuracak kadar cesurum."

Ne oyun ama! Nasıl bir tiyatro!

Kimin kriterleri? Neyi yakalayamadım? Ulan yakalayayım diye kendime dürüst kalamadım. Şimdi görüyorum da utanıyorum kendimden. Aman ne kadar başarılı olmuşum, ne kadar mutlu! Şak şak şak şak bravo. Yine başkalarının kriterlerine göre başarılı ve mutlu. Alayınızı...!

Esas şimdi yapıyorum zor olanı. Şimdi kendi kriterlerime göre başarısız olduğumu görüp de onları yakalayamadığımı görecek kadar cesurum (zeki değil), kabul edecek kadar insanım (alçakgönüllü değil) ve acımı dışa vuracak bir şey görmüyorum çünkü acımıyor. Acıtamaz. Sinirlendirebilir. Öfkelendirebilir. Ve bununla ilgili bir şey yapamayacağımı gördüğüm an hüzünle güldürebilir.

Ben oldum...
oldum mu ne...

Perde kapanır.

- Brava!!!!
- Brava!!!!
- Tekrar! Tekrar! Tekrar!

Bütün tiyatro ayaktaydı. Tiyatro dediğim şu post-modern fikirlerden. Hani şu evin salonundan hallice mekanın tiyatroya dönüştüğü hallerden. Oldu olacak 40 kişi ama hepsi ayakta. Oyun sonrası kokteyldeki yorumlar komik, gerçek değil, yani en azından söyleyen gerçek olmadığının farkında değil.

- Kızım oyunculuk süper! Pörfekt diyorum ya! Sımokin' hani! Ama bir de yazmışsın. Yani inanılmaz bir yeteneksin Ayşe!
- Di mi? Öyleyim di mi? Tenks canım. Şampanya aldın mı?
- Almaz mıyım? Çileklerle harika düşünmüşsün ama artık Berlin'de falan votka şat ve havyara kaydı bu. Rus usulü çok in! Hadi bir dahaki sefere. Oyunun affettiriyor kendini.
- Sağol canım aklımda tutacağım (S....git, o...karı! Kaç oyun, kaç sergi gördün sen?)

- Heeeey Ayşe! Ayşe! Ayşe! Bak tanıştıriim Matteo. Bütün oyunu kendisine çevirmek zorunda kaldım ama değdi. Bayıldı kızım sana. Matteo oyuncu koçu. Bulunmaz fırsat. Sadece 3 hafta İstanbul'da. Belki başka konularda da koçluk yapar ha! Hahahahaha!
- Ya git işine.
- Sahi diyorum kızım.
- ıııı...Aşe...
- Aşe değil. Ayyyşe güzelim Ayyyyşe.
- Oooo OK. I-şe.
- Bravo. Aynen.
- Great performans. Daaa iiiii olbiliiii. I help yu.
- Belki başka bir hayatta Matteo'cum.
- Ya kızım bak büyük fırsat diyorum.
- Ya ben de diyorum ki fırsat istemiyorum. Sana göre fırsat o. Hadi çilek zıkkımlan, havyar zıkkımlan.

Herkes gitsin ya. Bunu oyun sanan her gerizekalı gitsin ya.

- Ayşe Hanım.
- Buyrun. Sizi tanıyamadım.
- İtiraf etmem gerek, ben davetsiz katıldım oyununuzun galasına. Baktım herkes dalıyor bir yerden içeri. Araya kaynadım. İyi ki de kaynamışım.
- Çok sevindim. Siz nasıl buldunuz bakalım? Çok "gerçek" olmuş mu bari? Oyunculuk mu şahane, yazarlık mı? Yıkılmış mıyım? Çok Berlin-esque olmuş mu? Ne olmuş?
- Ayşe Hanım, ben sadece elinizi tutmak istedim. Siz kalkıp gerçekleri bir monolog yapmışsınız, tüm bu sizi güya en iyi tanıyan insanlar da hepsini oyun sanmış. İçgörünüz kuvvetli diye değerlendirip şampanya eşliğinde yorum yapıyorlar. O yüzden ben sadece elinizi tutmak istedim.
- Ben de elimi tutarken sizinle en yakın köprüden atlamak istedim şimdi.
- Ben de atlamayın diye tutmak istedim işte. Bunları çözmüşken atlanır mı?
- Ne zaman atlanır?
- Çözdüğünüzü sandıklarınızı da çözemediğinizi anladığınızda...
- mı atlanır?
- Hayır....anladığınızda hiç bir şeyin çözülmek için yaşanmadığını anladığınızda atlayacak bir şey olmadığı anlaşılır. Buraya boşuna girmiş olamam. Sizi tutmaya gelmişim belli ki. Tutabildim mi?
- Tuttunuz.
- Gidebilir miyim o zaman?
- Biraz daha kalsaydınız. Burada çok yalnızım.
- Malesef bir yemeğe yetişmem lazım.
- En azından adınız?
- Ayşe.
- Adaşız!
- Di mi? Öyle di mi?

- Ayşeeeeeeeeee! Hadi görl! Yemeğe geç kaldık. Ne yapıyorsun o camın önünde tek başına beybi?
- Ha?.....Haaaaaaaaaaaaaaaaaaa.

26 Nisan 2010

Öbürü Ölüyor...


Kuş boku dedi.
Kuş boku falı bakalım mı?
Hayvancağızın ihtiyacı dedi. Neden iğreniyorsun ki? Sen her gün yapıyorsun. Yani sağlıklıysan tabii.

İkisi birlikte güldüler.

Bir yıl bile olmamıştı sakat kalalı.
Yine de hiç bu kadar gülmemişti.
10 ay olmuştu. Hiç yürüyemeyecek sanırken topallıyordu işte. Mutluydu. Pencerenin çok yakınından geçen martıya takıldı gözü. Nefret ederdi hırsız martılardan. Piknikte kilimini bile çalarlardı...bıraktım yemeğini. Olsun diye düşündü, denizlerde balık kalmayalı çöplere sarmış martıları da biraz rahat bırakmalıydı. Ne istiyorlarsa yapsınlar diye düşündü. Kendisi topallıyorsa uçamayan bir martıyı düşündü. Düşündü. Nefret etmedi artık onlardan. Kimseden nefret etmedi.

Kuş boku diyorum.
Fal diyorum.
Çok eğleneceğiz hadi.
Baksana ne diyor...

Bakmaya başladı. İki insan var...bir melekten çıkma. Biri daha hızlı ilerliyor hayatta...derken radyoda "inleyen nameler" başladı. Tesadüf müydü bu şarkıda da martıların olması diye düşündü. Hayatta tesadüf olan hiç bir şey var mıydı? Hiç Bir Şey...

O an hayat ne kadar kötü olursa olsun çok güzel olduğunu anladı. Hiç Bir Şey önemli değildi. Hayatı her şekilde güzeldi. İçinden konuştuğu ama orada olmayan sesin falına bakmaya devam etmeye karar verdi...

Hayatta daha hızlı ilerleyen devam ediyor...yanında biri var.
Öbürü ölüyor dedi.

07 Nisan 2010

Çay, Simit, Vapur




Bu sabah hava güzel, güvertede üşümem. Hah, iyi şurası boş.

- Pardon oturabilir miyim? Teşekkürler.

Biraz boğaz havası alayım, vakti geldi. Martılara bak, pis hırsızlar, ayrılmıyor dibimizden. O ise ne kadar farklı benden. Artan simitini hep martılara atıyor.

Ah, geldi işte! Dün nerelerdeydi acaba? Biraz solgun mu görünüyor? Hasta mıydı yoksa? Neyse bugün burda ya, boşver. Yine çay ve simit almış. Çay, simit, çay, simit, çay, simit...bıkmaz mı insan kardeşim! Bırak şimdi çayı, simiti. Bugün tanışmalıyım artık. Neden bir türlü doğru anı kollayamıyorum, doğru cümleyi kuramıyorum? Kaç ay oldu kurup duruyorum kafamda.

Bir dakika, o da kim yine? İş arkadaşı mı? Öyle duruyor. Öyle olmalı. Bugün de yatar. Bu gidişle hiç yalnız yakalayamayacağım.

***
Bu İstanbul'un havası da saçmaladı artık. Sanırsın dün gelmedi bahar. Bugün ne hava bu böyle? Yağmur yağdığına inanamıyorum. Ayakkabılar da yeni. Neyse nerde kaldı bu? Bugün de gelmezse, yine yarına kalacak tanışmak.

- Bir çay alabilir miyim? İçimiz ısınsın biraz. Teşekkürler.

Geldi! Geldi, geldi, geldi. Ne çok ıslanmış. N'olur yine hasta olmasın. Bu tarafa geliyor. Neden geliyor? Bana doğru geliyor. Yanılmıyorum. Resmen buraya geliyor. Tanrım! Belki de o benimle tanışır.

- Merhaba, bir çay alabilir miyim lütfen?

Tabii ya. Ne için gelecekti başka? Hah, simit de çıktı çantadan. Yahu ne aptalım. Neyse bir otursun da öyle gidip tanışayım. Gerçi güvertede olmayınca daha zor olacak herkesin içinde. Nasıl yapsam?

- Deniz! Deniiiiiz!

Bu kim lan? Offf, ne alaka bu şimdi ya.

- Deniz n'aber ya? Kaç yıl oldu? Nasılsın? Hiç değişmemişsin.
- Ya, evet. Senden n'aber? En az 5 yıl olmuştur.

Bi' git ya. Off gitti bugün de.

***
Aaaaaah, bu vapuru kaçıramam. Koş, koş, koş. O kadar sporu boşuna yapıyorum lan demek. Nefes nefese kaldım valla öleceğim. Atla, atla, atla, korkma lan atlaaaaa. Valla, kaçıracağım sandım. Ben geciktiğime göre o kesin buradadır. Nerede oturuyor acaba? Hava güzel ama güvertede yok. Belki o da geç geldi yer kalmadı. İçeri bakayım. Şu masadaki o mu? Evet, evet, evet o! Güzel tamam. İstenmeyen iş arkadaşları, beklenmedik eskiler yok. Çay, simit, çay, simit, düşün düşün düşün. Ne yapsam? Önce gidip bir çay alayım.

- Merhaba, oturabilir miyim? Başka masada yer kalmamış, masa olmayınca çay içmek zor oluyor.
- Tabii buyrun lütfen.
- Teşekkürler. Çok şey istiyorum ama bugün vapura geciktim simit alacak vaktim olmadı. Sizinkinden biraz alabilir miyim? Aç karnına içemiyorum şu çayı.

Aman tanışmak için ne kadar şahane bir cümle. Bu mudur yani? En iyi bunu mu buldum? Aferin bana. Çay narin bedenime dokunuyor. Yok artık!

- Ben de içemem. Böyle bir içimi burkuyor sanki.
- Ya di mi?

Tamam lan kes bu muhabbeti. Normal insan evladı ol. Bilgi al, bilgi al...

- Ben Deniz bu arada.
- Ben de Özgür. Memnun oldum. Hep görüyorum sizi burada.

Buyur burdan yak. O kadar çekin, tanışama, yanaşama ama o şak diye söylesin çekinmeden. Özgüven bu kardeşim.

- Ben de sizi görüyorum evet. Farketmemiştim diyemem.
- Ama ben sizi hep çay içerken görüyorum. Hiç simitle görmemiştim.

Neden muzip muzip gülümsüyor bu şimdi? Off yakalanmışız haberimiz yok. Nasıl kıvıracağım?

- Kahvaltı edip geliyorsunuz heralde değil mi? Yoksa çay dokunuyor ya.
- Batırırım ama çıkarırım da diyorsunuz. Güzel. Ama hakettim ben de. Daha üsturuplu tanışmalıydım. Üstelik ne zamandır da istiyordum. Daha iyisini düşünmeye kalksam bir kaç ay daha tanışamayacaktık.
- Tanışmasaydık. Ne olacaktı ki? Tanışınca ne olacak desem daha doğru aslında. Onun cevabı önemli.
- Bekleyip görebiliriz ya da beklemeden hemen bu akşam yemekte öğrenebiliriz.
- Bir randevu yani.
- Evet.
- 2 dakika önce tanıştık.
- Ne farkeder? Aslında tanışıyormuşuz da konuşmuyormuşuz zaten.
- Belki ben sıkıcı biriyim ya da psikopatım ya da eşcinselim nerden biliyorsun? Belki sizinle görüşmek benim için geleceği olan bir şey değil.
- Geleceği isteyen kim? Sadece bir akşam yemeyi istiyorum.
- Daha yeni tanıştık ama hep istiyorsunuz. Masama oturmak istiyorsunuz, simit istiyorsunuz, yemeğe çıkmak istiyorsunuz. İştah kabarık ama başkaları da aç mı merak etmiyorsunuz. Tipim olduğunuza emin değilim.
- Siz de başından beri lafınızı esirgemiyorsunuz, zekisiniz, esprilisiniz ama mesafelisiniz. Ben tipim olduğunuza eminim. Şimdi ne yapacağız?
- Beni aksine ikna etmeye çalışacaksınız diye umuyorum.

Sil şu dudaklarına yayılan gülümsemeyi, hemen sil. Karizma zaten kalmadı, bir de maymun olma. Sil şunu.

- Deniz! 5 yıl karşılaşma sonra git arka arkaya iki gün karşılaş. Ne şans! Ne yapıyorsun böyle tek başına dalıp gitmişsin uzaklara?
- Tek başıma mı?
- Görünmeyen bir arkadaşın yoksa...
- Nereye gitti?
- Kim?

Yine dalmışım, yine kurmuşum. Çayını simidini bitirmiş bile. Şu iş arkadaşı da yine bulmuş onu. Ne zaman kurmaktan vazgeçip de tanışacağım ya of? Ya kurduğum gibi gitmezse, ya elime yüzüme bulaştırırsam? Yok artık! O ne ya?! Elele tutuşmuyorlar heralde! Yok, olamaz ya... Salağım ben ya, aptalım. Elele tutuşuyorlar. İnanmıyorum ya.

- Deniz iyi misin sen Allah aşkına? Korkutma beni.
- Efendim? Ne? Ha, iyiyim tabii, iyiyim. Şahaneyim. Biraz ucundan salağım o kadar. Çay ister misin? Kendime alacağım ben.
- İsterim lütfen. Simit de almıştım, paylaşırız. Güzel gider çayla.
- Yok ben yemem çayla bir şey. Teşekkürler.

Bu hikaye Öykü Atölyesi'nin belirlediği ve hikayenin tepesinde gördüğünüz fotoğrafın beynimden kovaladıklarıyla yazılmıştır.

21 Mart 2010

Çiçek Açtırmadan Meyve Verdiren Çabuk Çürütür

- Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal, pireler berber...yok tellal değildi o sanırım. Neydi yahu? Amaaaaan be! Bir masal anlatmayı bile beceremiyorum. Hatta masala giriş yapamıyorum. Hadi abla’cım uyu sen ha, ben masal falan anlatamam sana şimdi. N’olur uyu hadi.

- Ama uyuyamam ki ben öyle Mine Abla.

- Bak ama annenler 10’dan önce uyusun dedi. Hadi beni utandırma. Kırk yılda bir çocuk emanet ettiler. Onu bile yapamıyor olurum.

- Ama babam bana her gece...

- Nasıl yani her gece masalla mı uyuyorsun.

Küçük kız evet dercesine başını salladı. Yüzündeki ifadeyse neredeyse üzgünüm der gibiydi. Üzgünüm ama öyle. Üzgünüm ama sen beceriksiz bir ablasın. Masal bile anlatmayı beceremeyen beceriksiz bir abla. Üzgünüm ama işten atılacak kadar da şamar oğlanısın. Üzgünüm ama doğru dürüst bir adam bulamayacak kadar da korkaksın. Üzgünüm ama doğru arkadaşlar seçemeyip sırtından vurulacak kadar da aptalsın. Üzgünüm ama...

- Mine Ablaaa, Mine Ab-la! Mine Ablaaaa. Heeey!! Hu huuu. Kimse yok mu?

- Ha? Efendim? Ne dedin?

- Mine Abla, daldın da.

- Ebru’cum sen koca kız oldun artık, masallarla uyumayacak kadar büyüdün, tam 5 yaşındasın, genç kız oldun neredeyse. Boşver masalı falan.

Küçük kızın kaşları yukarıda, gözleri kocaman açılmış onu dinleyen ifadesini görmezden gelerek:

- Hadi gel. Madem masalsız uyuyamıyorsun, benimle televizyon seyret o halde.

- Ama annemler ne der? Duyarlarsa çok kızarlar. Hem de ikimize de.

- O zaman bu bizim minik sırrımız olsun ha?

Küçük kız aynı surat ifadesiyle ‘ne bileyim’ dercesine omuzlarını kaldırıp indirdi.

- Hadi, hadi bakma ama suratıma öyle. Ben içeri gidiyorum. Geliyor musun, gelmiyor musun?

Kız doğrulduğunda ayakları yere ulaşmayan yataktan kendini ileri itip hoplayarak aşağı indi. Bir elinde yumuşak bir oyuncak, diğerinde battaniyesi, ardından sürükleyerek salona geldi.

Mine kendine sütlü bir Nescafé hazırlamıştı. İçeride geçen zamanda soğuduğu için mutfağa gidip bardağı mikrodalgaya koydu, makineyi 2 dakikaya ayarladı. Mikrodalganın tepsisi etrafında dönerken gözü camdan dışarı kaydı. Karşıdaki apartmanın tam hizalarındaki katında bir adam, bir kadını öpüyordu. Sadece öpmekle kalsa iyi diye düşündü. Tam olarak ne yaptıklarını anlayabilmek için başını biraz sağa eğdi. O da işe yaramadı. Biraz daha, belini bükerek sağa doğru iyice eğildi. Adam o sırada kadını cama dayadı ve boynunu öpmeye başladı. Mine gördüklerine öylesine dalmıştı ki, kadının cama dayanmasıyla anlamsız bir şekilde kendisi de geriye doğru attı kendini. Belki telepati, belki gecenin o karanlığında aydınlık bir mutfak ışığının altında ani bir hareket yaptığı için adamın dikkatini çekti. Yüzü cama dönük olan adam bir anda kafasını kaldırıp Mine’ye baktı...

DİNG!

Mine’nin faltaşı gibi açılan gözleri, mikrodalganın sesiyle aniden kırpıştı ve kendine geldi. Hemen camın perdesini indirdi. Aklından bin tane senaryo geçiyordu. “Gördü, yok görmedi. Görse ne olur ki? Görmedi zaten. Yani... Göremez. Acaba Murat’la Sena’yı tanıyor mudur? Yarın gelip soracak kesin! Ya beni Sena sandıysa! Aman Allah’ım Murat’la Sena’nın arasını açacak bir şey yaptım ben. N’apacağım şimdi? Hemen gidip konuşsam mı? Sena olmadığımı anlasın. Ayyyy, Allah korusun, ya beni Sena sandıysa! Gideyim tabii, hemen gidip hem özür dileyeyim, hem Sena değilim diyeyim. Ya, saçmalama Mine, küçücük kızı yalnız mı bırakıp gideceksin? Onu da götür. Yok artık! Çüş! Off, zaten nereye kızım ya, adam sevişiyor, kapıya mı bakacak? Baksa ne halde olacak? Beline havlu mu...”

- Mine Abla nerde kaldın?

- Ayyy! Aman be Ebru’cum korkuttun beni. Böyle arkamdan...yani

- Mine Abla, benim çok uykum geldi. Bana masal anlatır mısın?

- Aaa, Ebru’cum ne demiştik ama? Gel ben sana güzel bir şeyler açayım, onu seyrederken uyursun zaten.

Bunları söylerken mikrodalgayı açıp bardağı almış, salonun yolunu tutmuştu bile ve çoktan adamı unutmuştu.

***

- Kızım kalk. Mine! Şşşt!

- Hııı, ne var? Hııı...

- Kızım kalk, geldik biz.

- Ha, hı? Geldiniz mi? Ha, tamam. Kalktım.

- Kızım Ebru’nun hali ne? Koltukta uyuyakalmış çocuk?

- Ya, abla ya uyumadı, masal diye tutturdu. Ben masal mı biliyorum ya? Deve tellal mıydı, tellak mıydı, neydi onu bile hatırlamıyorum.

- Alemsin ha. Tamam tamam. Hadi kalk da içerde uyu. Ekstra pijaman komodinde, diş fırçan da banyoda.

***

- Mine! Mine diyorum! Kalk hemen!

- Ne var yaa. Bırak uyuyacağım. Bırak yaaaa.

- Mine diyorum, kalk! Kalk, rezil ettin beni elaleme! Hala açmıyor gözünü ya, delireceğim! Kızım sabah bakkala gittim ekmek almaya, adamın teki göz kırptı, yanıma gelip “yanlışlıkla” dokunmalar falan.

Mine, ablasının dediklerini duyar duymaz çakı gibi aniden doğruldu.

- Açıklayabilirim.

- Neyi açıklayacaksın? Git adama açıkla ve ne halt yediysen onun ben olmadığımı söyle! Gelmiş bana röntgencilik keyiflidir ama bir gün sen de tadına bak falan gibi saçma sapan şeyler söyledi. Kızım bu adam çok çapkındır bak. Her gün başka kadınla geliyor zaten. Zamparanın teki. Yuvamı mı yıkacaksın sen ya?

- Ya abla dur bir açıklay...

- Ya ne anlatacaksın ya? Gidiyorsun, hemen şimdi, anlat...

- Ama...

- Aması maması yok valla köpeklere mama yaparım seni! Açıklaması neyse artık ona anlatacaksın, çözeceksin bu işi. Ay bir röntgenci olmadığım kalmıştı zaten! Git hemen. Halletmeden de kahvaltıya gelme. Murat da kesinlikle duymasın bunu, taşınır adam valla buradan.

- İyi be, gidiyorum tamam. Off.

***

“Şu halime bak” diye düşündü. Altımda eşofmandan bozma pijama, üstümde kaban, altımda pofidik terlikler...ya inanamıyorum. Giyinmeme bile zaman tanımadı. Bu adam tam olarak kaçıncı katta oturuyor acaba? Bizimkiler sekizse, o da 7-8 falan. İnşallah zilde isim yazıyordur. Oh, yazıyor. Yok yedinci kat değil belli, hem Zehra-Mahmut Kuleli yazıp hem zampara birinin evi olamaz herhalde. Bu üstündeki Metin heralde.”

Zile basması gerekmediği için sevinerek açık apartman kapısından içeri girdi. Asansörü beklerken tuvaletini de yapmadan evden çıktığını farketti. Sabah tuvaletini yapmamıştı. Şu işi altıma yapmadan bitirirsem şanslıyım diye düşündü. Asansör durdu. Üstünde 24 yazan zile bastı. Artık üstünde dün geceki panik yoktu. Öncelikle dert etmesi gereken bir pijaması ve terlikleri vardı. Saçı başı dağınıktı. Neyse ki çapaklarını asansör aynasında farkedip silmişti. Yüzünden uyku akıyordu ve neredeyse başka yerinden de başka bir likit akmak üzereydi. Dün akşamki halinden çok daha fazla takacak şey vardı aklında.

“Bitse de gitsem, çişimi yapsam” diye düşünürken kapı açıldı. Karşısında tombul bir amca, yanında o minik uyuz köpeklerden...

- Buyur kızım.

- Eeee amcacım ben yanlış zil çaldım galiba. Başka birini arıyorum. Burada yalnız yaşayan...

- Kızım utanmana gerek yok. Bu adam hep aynı şeyi yapıyor. Seni de mi işi bitince kapı dışarı attı? Gel, gel, bir yüzünü yıka, çay iç, sakinleş. Birazdan birlikte gideriz, bana mutlaka açar kapıyı. Sen de eşyalarını alır çıkarsın. Ama bir dahaki sefere de daha akıllı davran e mi?

- Yok, ne, anlamadım? Ne diyorsun amcacım? Haaaa. Yok yok yok. Ben, yani öyle değil. Başka bir şey için...

- Tamam evladım anlıyorum.

- Yok amca...

- Utanma.

Bundan kurtuluş yoktu. O halde...

- Evet amcacım. Haklısın. Saklayamayacağım. O alt kattaki peze...

- Ne alt katı kızım? Girdiğin katı da hatırlamıyorsun. Mert bir üst katta oturuyor.

- Dokuz tabii. Niye 7 ve 8’e şartlanmışım ki ben? Sabah salaklığı tabii.

- Efendim kızım?

- Yok bir şey amca. Sana hayırlı günler. Teşekkür ederim.

“Bu adam daha kılını kıpırdatmadan 2 kez rezil etti ya beni, helal olsun. Ama yok sen istedin kızım Mine. Kendi salaklığın.”

Tek kat için asansöre binmedi, merdivenleri çıktı. Zaten asansör aşağıdan çağrılmış, gitmişti bile. Kapının önüne geldiğinde zile basmadan önce “ben ne yapıyorum?” ifadesiyle başını salladı, üstüne başına, pofidik terliklerine tekrar baktı. En azından dün geceki kadının gitmiş olmasını diledi. Asansörün tekrar yukarı katlara geliş sesini duyunca dokuzuncu katta durabileceği endişesine kapıldı. Asansörün hangi katta duracağını beklemeye karar vererek kapıyı çalmadı. Neyse ki asansör çok daha alt katlarda bir yerde durdu. Artık kapıyı çalabilirim diye düşünürken...

...kapı açıldı.

- Daha ne kadar orada durmayı planlıyorsun?

Şaşkınlıktan gözleri açıldı, tek kaşı yukarı kalktı ve ağzı açık kaldı. Kapıyı çalmak üzere olan eli de hala havadaydı.

Kapıyı açan adam kapıyı açık bırakıp içeri yönelmişti bile.

- Daha ne kadar orada duracaksın dedim. Ev soğuyor. Hadi gir. Çay mı kahve mi?

Mert üstünde sadece bir şort, muazzam sırtı ve bacaklarıyla mutfağa doğru yürüyordu. O an Mine’nin aklından geçen düşüncelere yetişmeye imkan yoktu. Tanımadığı bu adamın evine girmeli miydi? Biriyle sevişmeyeli ne çok olmuştu. Acaba kadın hala burada mıydı? En son ne zaman bu kadar yakışıklı bir adam görmüştü? En son ne zaman ya da hiç bu kadar yakışıklı bir sırtla sevişmiş miydi? Eve girmeli miydi? Tekrar harekete geçen asansör bu kata mı geliyordu? Eve girerse kahvaltıyla kalacak mıydı?

Üstünde bir sabahlık ve pofidik terlikler olduğunu hatırladı, eve girerse kahvaltıyla sınırlı kalacaklarının garanti olduğunu anladı ve içeri doğru adımını attı. Asansör dokuzuncu katta durdu. Mine eve dalıp arkasından kapıyı hızla kapattı.

***

Camın tam önünde duran bir mutfak masasında 2 tabak, 2 çatal bıçak takımı, 2 çay bardağı duruyordu. Birinin daha geleceğini bilir gibi. Kapıdan mutfağa gelene kadar eklemiş olamazdı bu kadar şeyi. Kesin önceden kurulmuştu bu sofra.

- O kadar şaşıracak ne var? Ablanın bakkaldaki konuşmadan sonra seni zaman kaybetmeden buraya yollayacağını adım gibi biliyordum. Hali gerçekten komikti. Numaramı yutacağından emin değildim ama yuttu.

- Ne demek bu şimdi? Camdakinin ablam olmadığını biliyor muydun yani?

- Elbette biliyordum. Bu kadar zaman kadın bir kez dönüp bakmamış, şöyle yan gözle bir şeyler görse çocuğu da görür falan diye hemen perdeleri örten bir tip. Başkası olduğunu hemen anladım ama kim olduğunu değil.

- ...

- Bu konu yetmedi mi? Biraz daha gerekli şeylerden bahsetsek. Mesela birbirimizi tanısak. Neden beni seyrettiğinle başlayabiliriz mesela.

***

Onu neden seyrettiğine dair utanarak cevap vermeye çalıştığı andan sonra saatler geçmişti. Zamanın ne kadar hızlı aktığını anlamamıştı bile. Önyargılarıyla girdiği bu kapıdan bir adam kazanarak çıkacağını hissediyordu. Birbirlerini yıllardır tanırcasına sohbete dalmışlardı ve bitmek bilmiyordu.

Düşünceler kafasından hızla akarken belki de hiç söylemeyeceği bir şey kaçırdı ağzından:

- Daha ne kadar konuşacağız?

- Bu ne demek şimdi?

- Ben artık konuşmak istemiyorum.

- Gidecek misin yani?

- Hayır. Onu demedim.

- Ne demek istedin?

- Konuşmak istemediğimi söyledim.

- Ne istiyorsun?

- ...

***

Sonraki 2 saat de koyu sohbetleri kadar koyu geçmişti. Sanki bu bedeni de yıllardır tanıyordu ama nefesi yeniydi. Doğru yerlere dokunuyordu ama teni yeniydi. Fısıldadıkları tanıdıktı ama sesi yeniydi.

- Artık gitmeliyim.

- Ablanın bu saate kadar aramamış olması mucizedir herhalde.

- Aradı. Sessize almıştım.

- İyi düşünmüşsün.

- Esas buraya gelmemiş olması mucize. Gidince alır ifademi.

- Bir daha ne zaman görürüm seni?

- İstediğin zaman.

- Şimdi.

- İşte bu güzeldi. Şimdi gerçekten gitmeliyim.

Kapıda birbirlerinden kopamamışlardı. Öpüşmeleri asansörün sesiyle kesildi. Asansör katları inerken “dur”a basıp yukarı çıkmamak için kendini zor tutuyordu. Apartmandan dışarı adım attığında havanın karardığını farketti. Koşar adım eve çıktı. Kata vardığında ablasının hüzünle karışık öfkeli yüzü onu kapıda hazır bekliyordu.

- Ne oldu? Kızıp kızmamaya mı karar veremedin?

Ablasından ses çıkmadı. Sadece başıyla “beni takip et” gibilerinden bir işaret verdi ve arkasını döndü. Mine onu mutfağa takip etti.

- Ne o, kahve eşliğinde geleneksel vaazlarından birini mi yapacağız?

Ablası cama yürüdü, mutfak kapısında kimse olup olmadığını kontrol ettikten sonra Mine eve dönmeden önce indirdiği jaluziyi hızla yukarı çekti.

- Doğru ya, bu defa da bizi görmemek için indirmek zorunda kaldın. Abla şu anda hangi adamla yuvarlanıp yuvarlanamayacağıma dair senden nasihat dinleyemeyeceğim. Hem bildiğin gibi değil. Hem de hiç değil. Saatlerce konuştuk, onu yıllardır tanıyor gibiyim...buna bedeni dahil. Biliyorum bir önyargı var kafanda, benim de vardı ama bir tanısa.......n.

Gözlerine inanamıyordu. Ablasının kaldırdığı jaluzinin ardından görünen tam karşıdaki pencerede bir adam bir kadını cama dayamış boynunu öpüyordu. Cama yaklaştı. Neredeyse burnu değecek kadar yaklaştı. Sanki tam karşısındaymış gibi bağırarak camı yumrukluyordu...göğsünü yumruklarcasına.

- Nasıl olur? Biz kapıdayken asansör sesi duymuştum ama alt katta durdu... Aman Tanrım, ben bir aptalım.

Kadının cama sırtı dönük vücudunu öpen adam kafasını kaldırdı, gözgöze geldiler. Adam suratında yamuk bir gülümsemeyle camdaki jaluziyi indirdi.

Bu hikaye Öykü Atölyesi'nce belirlenen "Karşılıksız sevdalar erken gelen baharlar gibidir, çiçek açtırmadan meyve verdirir" kelimelerinin beynimden kovaladıklarıyla yazılmıştır.

04 Ocak 2010

Komodinde Paralar


Komodinin üstündeki para yığınına baktı. İlk defa kendisinden memnun olmayan bir ifadeyle yüzünü tavana çevirdi ve derin bir nefes verdi. Sonra bir kez daha derin bir nefes alıp verdi. Nefesi verirken neredeyse burnundan ofladı. Banyodan duşun sesi geliyordu. Bu odaya getirdiği ve o banyoda duş alan yüzlerce insanı düşündü. Onlar duş alırken üstünü temizlerdi, her zaman komidin çekmecesinde bulundurduğu havluyla terini siler, hemen giyinmeye başlardı. Ama bu defa yattığı yerde duruyordu. Duşta akan suyu dinliyordu. Ses arada sekteye uğruyordu, o zaman duşun altına girdiğini anlıyordu. O sırada su omuzlarına, saçlarına değiyor ve bu da yere düşen suyun miktarını azaltıyor olmalıydı.

Aslında o da sadece onlardan biriydi. Bunu kafasında defalarca tekrar edip inanmaya çalıştı. Hem bir hemcinsiyle ilk defa da buluşmamıştı. Defalarca bu tarz işler almıştı. Arayıp istedikleri tipi anlatırlardı, istedikleri günü, saati söylerlerdi ama yeri belirleyemezlerdi. O da eğer seçildiyse her zaman bu otel odasını kullanırdı. Yapılan icraata göre belirlerdi ücreti. Sabit bir ücreti yoktu. Şimdi komidinin üstünde, telefonun hemen önünde duran paralara bakıyordu. Yaşadıklarına kıyasla çok fazla istediğini hissetti. Yaptıklarını düşününce bu para destesi normaldi ama o tek kuruş bile almaması gerekiyor gibi hissediyordu.

Bunları düşünürken o da duştan çıkmıştı. Beline sardığı havlu düştü düşecek gibi duruyordu. Bu odaya ilk girdiklerinde hiç çekici gelmeyen bu insan sanki başka birine, dünyanın en çekici insanına dönüşmüştü. Şimdi hepsi baştan başlasın istiyordu. O zaman yapmak istemediklerini şimdi istiyordu ama artık bitmiş, gitmişti. Onlar bir çift değildi ki, tekrar istesin. Bu bir işti. İşini yapmış, parasını almıştı. Para almadan yapacağını söylese olur muydu?

- Tekrar yapalım.

Düşündüğünü farkında olmadan seslendirince odada zaman durdu sanki. O yatakta beline düşmüş yorganın altında yatarken, o da başını öne indirmiş saçlarını kuruluyordu. Başını arkaya atarak, havluyu yüzünden çekip ona baktı. Yüzünde değil ama gözlerinde alaycı bir ifade vardı.

- Bu sefer de ben ödeme isterim ama.

Ciddi mi diye bir süre gözlerine baktı. Sonra birbirlerine gülümsediler, gülümsemeler kahkahalara dönüştü. Sonra hemen yine sustular. Islak saçlarıyla ona bakarken ağzından dökülen kelimelerle soğuk bir duş aldı.

-İstemiyorum. Ne sandın? Böyle bir deneyimin ardından aşık olduğumuzu falan mı? Buraya nasıl ve neden geldiğimizi hatırlamıyor musun? Uzun boylu, sarışın ama koyu renkli gözleri olan, kültürlü ve eğitimli birinin bu akşam bana eşlik etmesini istedim o kadar. Sen çıktın ki buna müteşekkirim ama bunu hayatımın aşkını aradığım için yapmadım. Benim için hiç bir şey ifade etmiyor. Ama sen daha önce bir hemcinsinle bunu yapmadın herhalde. Bunu benden istediğin için seni kovdurabilirim bile.

Ne diyeceğini şaşırmıştı. Öyle bakakalmıştı. Komidinin üstündeki paralara tekrar baktı. Artık parayı alması gerektiğini düşünüyordu ama bu sefer de gururu müsade etmiyordu. Tam bir kısır döngü. Almamayı düşündüğü parayı şimdi hakettiğine inanıyordu ama eli gitmiyordu. Paraları olduğu gibi alıp ona fırlatmak istiyordu. Ama bu çok dramatik olurdu. Paraları alıp tavana fırlatsam, odaya saçsam diye düşündü. Yapamadı.

-Korkma seni şikayet etmeyeceğim. Ruh görmüşe döndün birden. Lafın gelişi söyledim onu. Yani ona uygun bir durum demek adına. Neyse ben giyinip çıkacağım. Sakın bunu takıntıya dönüştürüp de beni takip etmeye falan çalışma.

Ne demeye çalışıyor, kendini ne sanıyor, ne saçmalıyor diye düşündü. Ona bağırmak, avazı çıktığı kadar bağırmak istiyordu. Kovulmayı kulakları duymamıştı bile. Onun kendini beğenmişliği karşısında şok olmuş, tepkisiz kalmışken bunları duyduğuna inanamıyordu. Gerçekten kendini dünyanın merkezine koymuş bu insanın odadan bir an önce defolup gitmesini istiyordu.

Pahalı, parlak yün kumaştan takımını giyerken onu seyretti. Ayakkabıları da parlak İtalyan derisinden pahalı bir çiftti ve kesinlikle özel yapım olduğu belliydi. Kendi parfümünün yanında olmadığını söyleyip onunkini kullanmak istediğinde “sen de kalsın” demek istedi ama sonra o gidene kadar tek laf etmek istemediğini düşündü. Aynı cinsten olmanın avantajlarından biri olmalıydı aynı parfümü kullanabilmek. Aynı gardrop, aynı fırça, aynı çanta, aynı kemer, her şey her şey ortak olabilirdi. Onunla ortak eşyalar kullandığını düşünemiyordu. Az önce arzuladığı, az önce bedava arzuladığı insandan şu anda tiksiniyordu. Birini bedava arzulamak sık karşılaştığı bir his değildi ama tiksinmek her günün bir parçasıydı adeta.

Artık tamamen giyinmişti, kapının önünde saatini ve yüzüğünü takıyordu. Paravan bir evliliği olduğunu düşündüğü anda onu yine şaşırtmayı başardı.

-Yüzüğümü takarken nasıl baktığını gördüm. Nasıl oluyor da hemcinsini tercih eden bir insan karşı cinsle evli olabiliyor diye düşünüyorsun. Muhtemelen ne kadar aşağılık, iki yüzlü, riyakar ve rezil bir insanım değil mi? İtiraf et böyle düşünüyorsun. Şu haline bak. Önyargılı olabilecek bir durumun var mı senin? İnsanların en önyargıyla yaklaştıkları mesleği yapıyorsun ve bana önyargıyla yaklaşabiliyorsun. Böyle bir lüksün hatta hakkın varmış gibi!

Kaşlarını kaldırarak “Neden olmasın ki? Haklı değil miyim?” gibilerinden bir bakış attı. Hala bir şey söylememekte kararlıydı.

-Demek öyle. Bak canım, beni yargılayacaksan eşime otel köşelerinde saygısızlık yaptığım için yargıla ama asla iki yüzlü olduğum için değil. Sandığının aksine karşı cinsten biriyle evli değilim çünkü. Yurtdışında, bunun yasal olduğu bir ülkede evlendik biz. Yani evet bir alçaklık var ama senin küçük aklının hesaplayabildiği gibi değil.

Sessizlik.

Utanç.

-Ne oldu küçük dilini mi yuttun?

Sessizlik.

Utanç.

Kapı çarpmasının odanın dört duvarı arasında bir kaç kez çınlaması.

Sessizlik.

Öyle bir sessizlik ki havaya savrulan paraların yatağa, halıya, komidine, komidinin üstündeki telefona düşerken çıkardığı sesin bile duyulması.

Bu kısa hikaye Öykü Atölyesi tarafından belirlenen fotoğrafın beynimden kovaladıklarıyla yazılmıştır.