08 Kasım 2009

Sadakat

“Gözüm görmesin seni, konuşacak bir şeyimiz kalmadı” dedi.

Yaptığından pişmanlık duymayan bir ifadeyle bakan yüzünü görmek istemiyordu. İçinde en ufak bir pişmanlık, üzüntü yok muydu? Demek ki artık onu sevmiyordu diye düşüneceği zaman da gelecekti ama şimdi bunu düşünecek kadar zavallı hissetmiyordu.

Aldatıldığını öğrendiğinde ilk hissetmesi gereken duygunun öfke olduğunu biliyordu. Şimdilik bu öfkeyle dolması yeterliydi. Kendisine hiç bir yararı olmadığı gibi, zararı olduğunu içten içe bilse de ona öğretilen ilk tepki öfkeydi. Bilmediği, bu süreç boyunca yaşayacağı duygu evreleriydi. Öfkesi dindikten sonra ilk gireceği evre sevilmeyen bir zavallı olduğu hissiydi. Onu, kendini koruma ihtiyacı takip edecek ve her şey için onu suçlayacaktı. Sonraki evre elinden gelen her şeyi yaptığını ve bunları haketmediğini kendine ve başkalarına onaylatmak isteyeceği savunma evresi olacaktı. En son, zaten kendisini haketmeyen bir ahmak olduğu kararına varacağı vurdumduymazlık evresini geçirecekti. Bunu da onu unutup iyileşebilmesinin bir parçası olarak görecekti.

Her şey yatıştığında ve hissedecek bir duygu kalmadığında ise sorgulama süreci başlayacaktı. Nedenler, nasıllar, başkaları da olmuş muydular, ne zamanlar... Hep ilişkiyi, kendini ve onu sorgulayan sorular gelecekti aklına.

Doğru sorular aklına hiç gelmeyecekti. Örneğin kendi sadakati sorgulandığı zaman onu aldatmamayı seçmesinin nedeni kendisi miydi? Sebep kendi prensipleri, kendi sadakati, kendi ahlakı mı olmuştu? Yoksa karşısındaki kabul etmiş olsaydı, bu ilişkinin ilk aldatanı kendi olmuş olmayacak mıydı? İlişkisine kendisi değil bir yabancı sadık kalmıştı. Kendisi değil, bir yabancı ilişkisini engel olarak kabul etmiş, bu ilişkiye girmemiş ve onu aldatmasına engel olmuştu. Zaten bu sadakati unutamadığı için yıllardır onu aklından çıkaramamıştı. Bu bile kendi içinde sadakatini sorgulamaya yetecek bir durumken, sorgulamak aklına hiç gelmeyecekti. Kendisine kalmış olsaydı, ilk aldatan o olmayacak mıydı? Bu soru da aklına hiç gelmeyecekti.

Ama tüm o zamanlar aklına gelecekti... Başka birine duyduğu ilgiyi bir adım öteye taşımaya izin vermediği zaman, geçmişten gelen bir fırsat karşısına çıktığında redettiği zaman, hayatının aşkını bulduğuna inandığı ama takip edecek cesareti olmadığı zaman... Tüm bu zamanlarda bile ona sadık kalmış, onu aldatmamıştı. Ne erdemliydi. İşte bunu düşünecekti.

Onu aldatmadığını düşünecekti. İlkinde yalnız kalma ihtimalini göze alamadığı için, bir başka sefer cesaret edemediği için, bir diğerinde karşılık göremediği için, sonunda da hayatının aşkı kabullenemediği için onu aldatmamıştı. Onun lugatında buna aldatmamak deniyordu, aldatamamak değil.

Tek düşünebileceği onun aldatmış olduğu ve bu yüzden hiç erdemli olmamasıydı. Hiç aklına gelmeyecek olan sorularsa... Acaba onunki nasıl olmuştu? O nasıl aldatabilmişti? Cesaret edebildiği için mi, sonunda yalnız kalabilme riskini göze aldığı için mi yoksa aşık olduğu için mi?

Evet, aldatılmanın tüm evrelerinden geçecekti. Öfke, zavallılık, suçlama, savunma, vurdumduymazlık, çözümleme... Ve hepsi ilişki, o ve kendiyle ilgili soruları ve düşünceleri kapsayacaktı. Hiç bir zaman her şeyin dışına çıkıp bakamayacaktı. Ve göremeyecekti... Sırf kendi yapamadığı bir şeyi o yapabildiği için, kendi sırasını savdığı, o ise sırasını değerlendirebildiği için, daha mutlu olma fırsatını kaçırdığı, o ise yakalayıp bırakmadığı için ona değil kendine kızdığını göremeyecekti. Kendi kendini hayal kırıklığına uğrattığını göremeyecekti. Bunu kabullenip kendiyle barışamayacaktı. Bu çok zordu; kendiyle barışmaktan daha zor. Çünkü konu kendi yaşadıkları olunca hiç birinin erdemle ilgili olmadığını göremeyecek ve kabullenemeyecek kadar riyakardı...hepimiz kadar.


Bu kısa hikaye Öykü Atölyesi tarafından belirlenen SADAKAT kelimesinin beynimden kovaladıklarıyla yazılmıştır.

16 Ekim 2009

MUTLULUK

Uzun zamandır ilk defa birinin ona bu kadar sıkı sarıldığının farkına varmıştı. O anda durumu geçiştirmek için yaptıklarını hatırladı. Pişman oldu. “Neden başıma güzel bir şey geldiğinde anlayamıyorum, neden farkına vardığımda çok geç oluyor?” diye düşündü. En son ne zaman biri ona böyle sarılmıştı? En son ne zaman biri ona böyle sıkı sarılmış ve bırakmak istememişti? Tahmininden uzun süren bu sarılmanın tadını çıkartacağına orayı bir an önce terk etmek için kafasında bahaneler aramıştı; bulmuştu da. Bunun güzel bir hediye olduğunuysa çok geç anlamıştı.

“Tanrım, ne kadar korkağım” diye düşündü. “Kaçtım. Aklımda sadece nasıl kaçabilirimi hesapladım. O anın değerini anlamadım. Benim için gerçek anlamını göremedim çünkü bakmadım. Çünkü her gün biri bana böyle sarılıyor, böyle bırakmak istemiyor ya! Ondan! Küçük kafamda, küçük hesaplarım...”

Sinirle çarptı kapıyı ve kendini dışarı attı. Adımını atar atmaz dışarıdaki serin hava boynundan içeri, göğsüne indi. Hissettiği ürpermeyle omuzlarını önüne doğru çekti, ceketinin yakasını kaldırdıktan sonra ellerini cebine sokup yürümeye başladı.

Yağmur başlayacak gibi görünüyordu ama tek bir damla bile düşmeyecekti. O göğsündeki sıkıntıyı atmadıkça, onunla inatlaşır gibi gökyüzü de sıkıntısını dökmeyecekti.

Hızlı yürüyordu. Havanın, yürüdüğü yerlerin, boş zamanının keyfini çıkarırcasına değil, bir yere yetişmeye çalışırcasına yürüyordu. Yetişeceği bir yer de yoktu, varacağı bir yer de. Varacağı yer yeryüzünde değildi. Kafasındaki cevaba varana kadar yürümek istiyordu. Kilometrelerce olsa da yürüyecekti. O cevaba bir an önce varabilmek için koşarcasına yürüyordu. Varıp varamayacağını bilmeden. Varmaktan da korkuyordu, varamamaktan da.

“Neden böyle oldu? Neden böyle oldum? Ne zaman bu insan oldum? Nasıl bu insan oldum?” diye geçiriyordu içinden. “Ne zaman bu kadar cesur ve bu kadar korkak oldum? Ne zaman bu kadar atılgan ve bu kadar çekingen oldum? Nasıl hem neşeli hem karamsar oldum? Her halimin farkındayım, ne olması gerektiğinin de ama olması gerekeni beklemek Godot’yu beklemekle aynı hale geldi. Hiç gelmeyecek birini beklemek gibi, hiç olmayacak bir şeyi beklemek. Ve bunu kabul edememek. Kendini kabul edememek. Kendini kabul edemediğinin farkında olarak yaşamak bir yerde bitirecektir beni. Belki bitirdi de ben farkında değilim. Ya da farkında mıyım? Farkında olmadan yaşamayı isterdim. Daha aptal olmayı. O zaman mutlu olurdum.”

Kendini kabul etmediğinin farkında olmadan yaşamak mutluluk muydu? Gerçek mutluluk muydu? Mutlu olmamanı gerektiren bir durum olduğunun farkında olmadığın için mutsuz olmamak mutlak mutlulukla karşılaştırılabilir mi? Farkı bilmiyorsan hangi mutluluğu yaşadığın önemli mi? Farkeder mi?

Bu düşüncelerden uzaklaşmak için kafasını salladı, kafasındaki bir böceği silkelemeye çalışır gibi kafasını salladı. O sırada kafasındaki şapka uçtu, onu yakalamak için kovalamaya başladı. Sonunda rüzgar kesildi ve şapka yere indi. Şapkayı alıp silkeledi. Aldığı yerde renkli bir nokta dikkatini çekti. Taşların arasından sonbaharın son sıcak günlerine kanıp kafasını uzatmış mor renkte minik bir çiçekti. Gülümsedi. “Aslında mutlu olmak bu kadar kolay” diye düşündü. Mutlu olmak değil, mutluluğu hissetmek mümkündü ve anlarda saklıydı. Sürekli mutluluk hali yoktu. “Beni bu küçük çiçekten başka neler mutlu hissettiriyor?”diye sordu içinden.

Bulutlarda şekiller görmek bunlardan biriydi. Başka birini anlamak, başka biriyle aynı frekansta olduğunu keşfetmek de mutluluğu hissetmesini sağlıyordu. Çok sevdiği bir sanat eserini ilk defa görmek, yabancı bir ülkede minik bir cafe keşfedip orada bir kahve yudumlamak, ağlayıp insan olduğunu hissetmek, başlı başına hissedebilmek...düşündükçe örnekler dökülüyordu ardı ardına. “Ne çok şeyden mutlu oluyorum. Arabada müzik dinlemek, köhne bir balıkçı keşfetmek, ayağımın altında sıcak kumların ezildiğini hissetmek, soğuk havaların ardından güneşli bir günde ilk defa camımı açabilmek, sıcak havaların ardından soğuyan bir günde ilk defa yün hırkamı giymek, şaraptan anlamak, kahve koklamak, gökyüzünden düşecekmiş gibi kocaman, kıpkırmızı doğup yükselen dolunayı izlemek, dolunayı seyrederken Clair de Lune dinlemek ve herkesle aynı kaderi paylaştığının bilincine varmak, tekrar tekrar bunun bilincine varmak ve her seferinde hissedecek yepyeni bir duygu bulmuş gibi mutluluk duymak. Herkesin gerçekte yalnız olduğunu bilmek ama aynı sona birlikte gittiğinden emin olmanın verdiği yanında birinin olduğu duygusunu hissetmek ve korkmamak.”

Bu kadar mutluluk fırsatının yanında kendini kabul edip etmemek önemli miydi? İşte cevaba varmıştı. En azından öyle olmasını istedi ve şimdilik bulduğunu kabul etti.

Bu defa içinden değil, kendisinin hatta yanından geçen birinin rahatça duyacağı bir şekilde “Bir şey daha var” dedi, “Beni mutlu hissettiren bir şey daha var.”

Durdu. Nerede olduğunu anlamak için etrafına baktı. Sağındaki sokağın içine daldı. Yüksek binaların olduğu dar sokakta yine hızla ilerliyordu. Artık nereye gittiğini biliyordu. Ne yapmak istediğini biliyordu. Uzunca bir süre yürüdü, yüzüne vuran damlaların farkına bile varmıyordu. Gökyüzünün inatlaşması bitmişti. Sıkıntısının göğsünden çıktığını hissedercesine inatlaşması bitmişti. Bir damla, iki, üç, dört...Ahmak ıslatan hızla bir yağmura dönüşüyordu. Yağmur başlayınca anladı yağdığını. Yağmur yağmaya başlayınca hava yumuşamıştı. Olduğu yerde durdu. Başını gökyüzüne çevirdi. Yüzüne koca bir gülümseme yayıldı, o anda o mor çiçeği hatırladı. Bu yağmurda çoktan ölmüş olmalıydı...

Başını öne eğdi, önünde uzanan, üstünde ilerlediği yola baktı, korktu. Durdu. Ayakları kıpırdamıyordu. Tek düşünebildiği mor çiçeğin ölmüş olduğuydu. Küçük bir mutluluk anı nelere malolabiliyor düşüncesi yeniden çöktü aklına. Gözlerinin önüne bir perde indi. Her yer karardı. Yağmur sağnağa döndü. Kesinlikle kıpırdayamıyordu.

Bir anda geri döndü, koşmaya başladı. Eve ulaştığında sırılsıklamdı. Kapıyı açıp kendini içeri attı. Titreyerek duşa girdi. Isınmak için sıcak suyu açtı. Yüzüne, vücuduna sıcak damlalar değmeye başladı, iliklerinin ısındığını hissediyordu ama yüzünden ne hissettiği anlaşılmıyordu. Gözleri sabit, duşakabinin camına bakıyordu. Sanki orada değildi. O sırada gözünün önünde mor çiçek vardı. Bir anlık mutluluk ihtimali için başını cesurca taşların arasından uzatan mor çiçek.

Bu defa yağmur yağmadı. Mor çiçek büyüdü, öyle büyüdü ve güçlendi ki etrafındaki taşları kırarak kendine yer açtı. O taşların olduğu yerlerde yeşil çimenler çıktı. Mor çiçek koca bir ağaç oldu. Sonra yağmur yağdı ama artık mor çiçeğe bir şey yapacak güçte değildi. Aksine mor çiçeğe daha da güç veriyordu artık. Bir anlık mutluluk ihtimali sonsuz mutluluğa dönüşmüştü. O riski almış, şansını denemişti. Yağmur yağacağını da bilemezdi, yağmayacağını da. Evet o gün yağmış ve mor çiçek ölmüştü ama aklı ona öyle bir oyun oynamıştı ki o gün yağmur yağmasa olabilecekleri göstermişti.

Birden kendine gelircesine başını arkaya attı, gözlerini kırpıştırdı. Hala vücuduna sıcak su akıyordu. Olduğu yere çöküverdi. Kafasında her şey geri çekimde gibi geri saydı ve kendini o dar sokağın ortasında, yağmurun ağırlaştığı, başını göğe çevirip gülümsediği anda buldu.

Kafasını daha önce olduğu gibi önüne eğdi, gittiği yöne baktı. Bu defa gülümsemeye devam ediyordu. Hızla yürümeye başladı, yürümek yetmiyordu, koşar adım ilerliyordu. Bir kaç sokak sonra bir binanın önünde durdu, kapıya gitti. Zili çalarken saçlarından, paçalarından, gözlerinden sular akıyordu. Kapı açıldı. Tam beklediği kişi karşısında duruyordu. Boynuna atladı. Sarıldı, sarıldı, sarıldı, hiç bırakmamacasına, sıkı sıkı sarıldı. Kendini tanımlanamaz bir güven içinde hissettiği anda gözlerine yine o perde indi. Her yer karardı.

***

Ertesi gün alt komşuyu su basınca evine zorla girdiler. Cansız bedeni küvette yatıyordu. Düşüp başını vurmuş olmalıydı, başından sızan kan küvetteki suyu boyamıştı. Küvetin ortasında, kolları kendine sarılmış gibi dolanmış bir halde, yüzünde gülümsemeyle yatıyordu.

Bu kısa hikaye Öykü Atölyesi'nce belirlenen KORKU kelimesinin beynimden kovaladıklarıyla yazılmıştır.

13 Ekim 2009

Tanıdık Bir Diyalog

-Neden söylemedin?

-Korktum.

-Hala bilmiyor yani.

-Hayır.

-Belki böyle daha iyi.

-Belki...

-Hem kaybedecek çok şeyin var.

-Evet.

-Ama kazanacak da çok şey var.

-Biliyorum.

-O halde?

-Korkuyorum.

-Eğer söylersen ve beklediğin cevabı alamazsan diye korkuyorsun.

-Evet.

-O zaman hem onu hem diğerini kaybedeceksin diye değil mi?

-Hayır.

-Nasıl?

-Beklemediğim cevabı duymaktan korkuyorum, evet. Ama beklemediğim cevabı duyup tüm bu hissettiklerimden

kurtulmak zorunda kalmaktan daha çok korkuyorum.

-Çünkü bu hissettiklerinden nasıl kurtulacağını bilmiyorsun.

-Evet.

-Yalnız kalmak önemli değil mi?

-Değil.

-Hissettiklerimi bir yere varmayacağından artık emin olarak hissetmeye devam etmek daha korkutucu.

-Söylemeden, cevabı duymadan bir umut taşımaya devam etmek mümkün çünkü.

-Evet.

-Demek umudunu kaybetmekten korkuyorsun.

-Evet. Sadece o olmasa da, evet.

-Ama böyle kendine daha çok zarar veriyorsun.

-Evet ama hiç bir şey umudunu yitirmekten daha kötü olamaz.

-Peki ya söylediğinde kazanacaklarının ihtimali? Bu da mı yetmiyor söyletmeye?

-Daha önce hep söyledim. Hep kaybettim. Bu defa, onunla bu riske giremem.

-Bu defa hepsinden farklı mı?

-Evet.

-O hepsinden önemli mi?

-Evet. Bu defa umudumu kaybetmeyi göze alamam.

-Peki bu halde yaşadıkların gerçek mi?

-Kimin yaşadıkları gerçek?

-Kelime oyunu yapma.

-Gerçeği konuşuyorum.

-Bu konuyu deşmiyorum. Bir yere varmayacak.

-Varmaz. O ruh halinde değilim.

-Diyelim ki söyledin. Ne söylerdin? Nasıl söylerdin?

-Beni kurtarman mümkün mü derdim. Acele etmesini çünkü düşmek üzere olduğumu söylerdim. Ve sadece onun bana

yardım edebileceğini söylerdim. Doğruyla yanlış arasındaki farkı bildiğimi ama umursamadığımı söylerdim. Söz

konusu o olduğunda umursamadığımı söylerdim.

-Peki ya istediğin cevabı verseydi?

-Benim kurtarılmaya değer olduğumu söylerse mi yani?

-Demek istediğin cevap bu.

-Evet.

-Ne yapardın peki?

-Hayatımı geride bırakırdım.

-Hayatını geride bırakacak kadar önemliyse söylemelisin. Bir şeyin öneminin ölçütü bundan yüksek olamaz.

-Biliyorum.

-Biliyorsan neden? Yanlış zaman? Yanlış yer? Bunlar çok klişe bahaneler. Hele senin için!

-Biliyorum.

-Biliyorum, biliyorum, biliyorum. Başka laf bilmiyorsun! Neden söylemiyorsun?

-Söyleyemiyorum. Kafamdan yüzlerce kez geçirdim, nasıl, nerede söyleyebileceğime dair binlerce senaryo yazdım.

Bazılarına fırsatım oldu, bazılarına olmadı. Zaten dünyada sadece ikimizin kaldığı senaryoların gerçekleşmesini de

beklemiyordum.

-Fırsatın olduğunda?

-Gücüm olmadı. Yüzüm olmadı.

-Söylemelisin ve cevabı ne olursa olsun duymalısın.

-Hayır.

-Hadi ama yapma. Sen güçsüz hissetmekle başa çıkacak kadar güçlüsün. Yüzsüzün tekisin zaten, orada hiç

problemimiz yok.

-Beni güldürmeye çalışma. Havamda değilim.

-Güldürmeye değil, göstermeye çalışıyorum. Bak ne olursa olsun ben yanında olacağım.

-Toparlanmaya çalışan kafamın, kalbimin, midemin içinde olamayacaksın ve ben yalnız olacağım.

-Ama senin için burada olacağım.

-Aynı şey değil. Ben her şeyi kaybetmiş olarak yalnız olacağım. Yanımda sen olacaksın, belki başkaları da olacak

ama ben yalnız olacağım.

-Ama senin derdin yalnız kalmak değil ki...

-Değil.

-Umudunu yitirmek.

-Öyle.

-O halde?

-Korkuyorum.


Bu kısa hikaye Öykü Atölyesi'nce belirlenen KORKU kelimesinin

beynimden kovaladıklarıyla yazılmıştır.

06 Ekim 2009

Koyverdun Gittun Beni Oy

Bu hikayedeki şiveye özel kelimelerin anlamları için hikayenin sonundaki sözlüğü kullanabilirsiniz.
Hikayenin başındaki türkü Gelevera Deresi. Hikayeyi okurken internetten bulup eşliğinde okumanızı öneririm.


Koyverdun gittun beni oy koyverdun gittun beni.

Allah’undan bulasun oy Allah’undan bulasun.

Kimse almasun seni. Kimse almasun seni.

Yine bana kalasun.

Sevduğum senun aşkın...

Ciğerlerumi dağlar.

Hiç mu düşunmedun sen? Hiç mu düşunmedun sen?

Sevduğun boyle ağlar. Sevduğun boyle ağlar.

...

Tekne Karadeniz açıklarında kaybolmak üzereyken, derinden duyulan türkünün sesi de uzaklaşmaktaydı. Denizi mi tercih etmişti, onsuzluğu mu? O değil miydi, aynı kişi değil miydi “Seni vermezlerse bu şehirde de, o şehirde de taş taş üstünde bırakmam” diyen?

Taş taş üstünde kalmadıydı ama şehirde değil, kalbinde taş taş üstünde kalmamıştı. Onu tanıdığı güne lanet etti. Sinop’a geldiği güne lanet etti. Sinop sokaklarını sevdiği güne, evini ilk gördüğü anda hissettiği heyecana lanet etti. Sinop’u sevdiği güne lanet etti.

“Artık bu şehirde yaşamaya tahammül edemiyorum! Karadeniz’e gidiyorum!” deyip de kapıyı çarptığı gün dışa yansıyan öfkesinden görülmeyen bir umut ve heyecan vardı içinde. Sinop’ta kim olduğunu, kim olduklarını bulacaktı. Nerelisin denildiğinde “Sinopluyuz” diyordu ama ne demek anlamını bilmiyordu. “E, gözlerin niye mavi değil ki?” diye sorulduğunda “anne tarafımız Çorumlu” der, keserdi.

O kapıyı çarptıktan 2 gün sonra Sinop’taydı. Elindeki adresin kapısını çaldığında ise 1 hafta geçmişti bile. Kapıyı, daha sonra kuzeni olduğunu öğreneceği bir kız açmıştı. Onun mavi gözleri vardı işte. O mavi gözler soru sorar bir ifadeyle yüzüne bakıyordu. Konuşmadıkça gözlerini iyice açıp kaşlarını havaya kaldırarak “eeeee?” dercesine bir bakış attı. Hala bir cevap alamayınca içeri doğru dönüp seslendi:

“Gariiiiiiiiiiii, kapinun eşuğunde biri var. Türkçe bilmeyo” dedikten sonra gerisin geri gözlerinin içine baktı yine “bilmezsun di mi?”

O zaman kendini toparlayıp “ben Janset” dedi. “Belki annemler aramıştır.”

Kızın yüzünde koca bir gülümseme belirdi.

“Oiyyyyyyyyyy! Gari koş, amcamgillerin kızı gelmiş.

Janset Abla hoşgeldun. Geç geç. Çantan pek hoş. Ver şuraya koyayum.”

Kendi evlerinden ne kadar farklıydı. Ancak turistik bir gezide görebilirdim böyle bir evi diye düşündü. Koridorun ucundan sağına soluna sallana sallana kilolu bir kadın geliyordu.

“Viriiiiiiiii, bi an ananı gördum sandum karşumda! Ayni o olmuşun.”

“Biliyorum. Gözlerim de mavi değil.”

Kadın mavi gözleriyle “anlamadım” dercesine bir bakış attıktan sonra “gel gel, hazırladuk odanı. Bubanun eski odasidır. Oiyyyyyy, oiyyyyyy. Seveceksin.”

“Yok ben kalmam Sündü Hanım. Otelde...”

“Ne hanumu kızım? Yenge dersun. Aaa.”

“Yenge...ben otelde kalacağım. Odam var orada.”

“Janset Ablaaa. Yarin düğunumuz var biliysen. Yani bizim değul de, gideruz ama.”

“Kızım ne oteli? Otel da ne? Gerzeli Metkan’ın yeğeni gelecuk da otelde mi kalacuk? Hortlu musun sen? Bi kere laf olur. Olmaz. Biz Kuban’ı gönderup aldiriruz neyun varsa.”

“Eci? Janset Abla? Düğune gelceysun di mi? Şimdi geldiğini duyunca seni de okurlar.”

“Kızım evde yalnız kalacuk değul ya! Gelecuk elbet.

Sen şimdi yerlaş odana. Ben gidup bi mıhlama yapayum, çayla yeruz. Açsun di mi? Kız sen da git bak işıne. Hade.”

“Ama Sündü Ha...Yenge, benim gerçekten...”

“Kızım senin lafun geçmez burda.”

Sündü Hanım odadan çıktı. Küçük kız Janset’e döndü,

“Ben Zişan bu arada.”

“Memnun oldum Zişan. Biraz sonra geliyorum.”

“Eci, çok güzelmişsin.”

“Teşekkürler. Sen de güzelsin. Eci deyip duruyorsun, ne demek o?”

“Abla demek.

Gitmem lazım anam kesecak beni.”

Zişan da odadan çıktıktan sonra kapıyı yavaşça kapattı. Camın önünde, yatağın çaprazında duran dar koltuğa dizini dayayıp camdan dışarıya baktı. Gördüğü en güzel manzaraya baktığını düşündü, sadece sokağı ve insanları görse de.

Bir süre sonra aşağıdan Sündü Hanım’ın mıhlama dediği yemeğin kokusu gelmeye başladı. Bir an önce aşağıya inip yemek ama daha çok konuşmak istiyordu. Sündü Hanım’ı da, Zişan’ı da sevmişti ama akrabasını sever gibi değil, ilk defa gördüğü akrabasına kanının ısınması gibi. İniş o iniş akşam yemeğine kadar konuştular. Sündü Hanım, Zişan’ı, Zişan’ın abisi Kuban’ı anlattı, Sinop’un köylerindeki diğer akrabalarından bahsetti. Kaç aile, kaç çocuk, kaç kuzen, kaç gelin, gelinlerin aileleri, çocukların okulu, işi, evlilik çağına dair her şey. Sonra amcasından 12 yaş küçük babasının gençliği, annesine nasıl aşık olduğu, herkese rağmen onunla kaçarak evlenmesi ve bir daha Sinop’a dönmemesi yüzünden dedesinin yani babasının babasının üzüntüden göçmesi.

“Bubannen daha şanslıydı. Heç bunları görmedan öldu. Bakma biz ananı severduk ama gelenekler işte. Baban calıcappar, anan cazu. Didan da dırganın tekiydi. Birbirlerine gafa tutunca çözemeduk.”

Janset daha fazlasını öğrenmek istiyordu, onun için gelmemiş miydi? Ama yemek vakti yaklaşıyordu, birazdan amcası geldi. Sündü Hanım kadar heyecanlı sahneler yaratmadı ama bir sarıldı, bir daha bırakmadı.

***

Sabah Zişan odanın kapısını çaldığında Janset çoktan kalkıp giyinmişti, camın yanındaki koltuktan dışarıyı izliyordu.

“Eciiiiiiiii. Bugün düğun vardur, çok heyecanlı di mi?”

“Öyle de giyecek bir şeyim yok benim. Ne yapacağız?”

“Anaaa daha iyi ya! Gariiiiiiii, Janset Ablam’ın düğuna giyecek entarisi yoktur.”

Zişan’ın bağırmasıyla Sündü Hanım kapıda belirdi.

“Oiyyy, Janset, sana ninanın nişanlığını giydirelum. Sana da ninanın entarisu pek güzel olur da. Haydi bakayum, gel bakalum üstüne olur mu. Büyuk gelursa işimiz var demektur da.”

Janset, odadan çıkan 2 kadının peşinden bir başka odaya geçti. Camda kanaviçeli perdeler, altı yastıklı bir sedir, ortada, yerden biraz yukarıda çapı neredeyse bir metre bakır bir tepsi masa ve sedirin tam karşısında ahşap bir sandık vardı.

“Gari, hiç bana açmayasun bu sanduku da.”

“Sen küçuksun daa.

Aslunda artuk o kadar küçuk da değilsun. Gelcuk ilbat senun da suran.

Al bakalum, Janset kizum. Giyuver.”

Janset babaannesinin nişanlık elbisesini büyük bir itinayla giydi. Oldukça eski olan bu elbise her an bir yerinden yırtılacak gibi duruyordu. Elbise üstüne tıpatıp oturdu ama biraz kısa geldi. Babaannesinden çok daha uzun olduğu kesindi ama bu yaşında 17 yaşında nişanlanmış birinin elbisesine girebildiği için kendisiyle gurur duyuyordu. Ama boyu konusunda yapacak bir şey yoktu.

“Sana düz bir potin bulmamuz lazumdur.”

“Sorun değil, babetlerim var yanımda onları giyerim.”

“O da ne ola ki kız?”

“Topuksuz ayakkabı işte. Düz yani.”

“Tamam o zaman güzel onu da hallettuk.”

Janset kendini aynada görünce inanamadı. Bir kaç dakika içinde bambaşka biri olmuştu. Tanıdığı, özlediği ama daha önce hiç görmediği biri duruyordu karşısında.

“İşte” diye düşündü “seni bulmaya gelmiştim.”

***

Düğüne gitmek için hazırdı. Janset olarak gidebilirdi düğüne. Sinop’a geldiğinden beri Janset’i kullanıyordu. Daha kimseye ilk adını söylememişti. Buna niyeti de yoktu. Esra kısa ve şehirliydi ama Janset’in teniyle daha iyi uyuştuğunu hissedebiliyordu. Hele Sinop’ta.

Düğüne gitmek için yola çıktılar. Amcası ve Sündü Hanım önde Janset, Zişan ve Kuban arkada, çok uzağa değil yan sokağa gidiyorlardı. Davul sesleri duyuluyordu. Tam düğün yerine varacaklardı ki bir bağrışma duydu.

“Gel ulan buraya! Gel deyrum!”

“Abi, ben yapmamişumdur. Valla diyerum.”

İlkokul çağında bir çocuk Janset’e çarparak yoluna devam etti. Janset sendeledi, yanından geçtikleri evin duvarına tutunmaya yeltendi ama yetişemeyeceğini anlamıştı ki bir el onu belinden yakaladı.

***

İşte böyle tanışmışlardı. Dokunarak. Teşekkür bile edememişti. Her kim kavradıysa belinden bir an gözgöze geldikten sonra “Metkan Dayı” diyerek amcasını selamlamış ve küçük çocuğun peşinden düğünün yapıldığı yere doğru koşmaya devam etmişti.

O kadar anlık görmüşlerdi ki birbirlerini düğüne vardıklarında onu tanıyacağını sanmıyordu. Yanılmıştı. Düğüne vardıklarında gördüğü ilk çift mavi göz onunkiydi.

Hemen yanına geldi, yamacında bir başka kızla. Zişan da bitiverdi yanlarında.

“Daryal Abi!”

“Ha Zişan?”

Mavi gözlü, uzun boylu gencin yanındaki ince yapılı, uzun boylu, uzun saçlı kız bir kız vardı. Belli ki gören bakan var mı kaygısı taşıyordu. Çekik gözleri bir sağa bir sola hızlı hızlı atılıyordu. Belli ki içi rahat etmemişti. Yanlarından hızla ayrıldı.

“Daryal Abi, Albina Eci nereye gittu?”

“Sen çok sokma o güzel burnunu.”

“Daryal Abi, bak bu Janset Abla, amcamun kizı. İstanbul’dan yeni geldu.”

Gencin mavi gözleri Janset’e döndü. Onu ikinci defa gördüğünün farkındaydı. Gözleri kilitlendi. Janset istese de gözlerini geri çeviremiyordu. İlk Janset toparlandı.

“Merhaba. Memnun oldum.”

Daha Daryal’in ağzından laf çıkmadan bir grup genç gelip onu alıp götürdüler.

***

Böyle tanışmışlardı.

Daha aşık olduklarını bilmeden.

O, onun İstanbul’da yaşadığını, o da onun nişanlısı olduğunu bilmeden.

Öğrendiklerindeyse hiç de geç olmayacaktı çünkü aşkın gözü kör olacaktı.

Kimlerin kalbini kırdıklarını bilerek ama ne kadar kırdıklarını bilmeden birlikte olacaklardı.

Daryal’ın arkasında bir ağlayanı olduğunu bilerek ama birlikte olmalarına karşı çıkılacağını bilmeden.

Karşı çıkıldığını anladıklarında da geç olmayacaktı çünkü aşkın gözü kör olacaktı.

Daryal sözler verecekti, haykıracaktı “seni bana vermezlerse ne bu şehirde ne o şehirde taş taş üstünde bırakmam” diye ama savaşacak gücü olmadığını bilmeden.

Janset kendini bulduğunu bilerek ama onları kaybedeceğini bilmeden yaşayacaktı tüm olanları. Sinop’ta en son göreceğinin bir teknenin kıçı olacağını bilmeden yaşayacaktı tüm olanları.

Daryal, bir teknenin içinde avlanmaya diye kaçmaya gideceğini bilmeden yaşayacaktı hepsini.

Hiç düşünmeden, düşünemeden ama sevdiğinin ağladığını bilerek kaçacağını bilmeden.


Sinop Şivesi ve Çerkez İsimleri Sözlüğü:

Albina: Kafkasya’da bir ırmak ismi.

Calıcappar: Atik çevik.

Cazu: Havai kız.

Daryal: Kafkasya’yı kuzeyden güneye bağlayan geçidin ismi.

Dırga: Geçimsiz, huysuz kişi.

Eci: Abla.

Gari: Çocukların annelerine hitap şekli.

Hortlu: Anasız-babasız, kimsesiz kişi.

Janset: Tarihten bir isim.

Kuban: Kafkasya’da bir nehrin, ovanın ve uygarlığın ismi.

Metkan: Eğitilmiş, yüce kişi.

Okumak: Davet etmek, çağırmak

Viri: Aman Allah’ım anlamında kullanılan kelime.

Zişan: Bir tek can.

Bu hikaye Öykü Atölyesi'nce belirlenen yukarıdaki fotoğrafın beynimden kovaladıklarıyla yazılmıştır.

24 Ağustos 2009

Az Bile

-       Az bile! Sana yaptıklarımız az bile! Kaç kere söyleyeceğiz ha kaç kere? Kulakların mı duymuyor, o ufacık beynin mi almıyor anlamıyorum ki! Kızım sokak yasak sana! Ya bunu kafana sokacaksın ya da bir daha bu odadan çıkmayacaksın! İşte o kadar!

Kapı büyük bir gürültüyle kapandı ve ne zaman duysa içini bulandıran kilit sesi kulaklarında çınladı. Bu defa kaç gün kalacaktı bu odada? En son 3 ay önce, 1 hafta kadar kalmıştı ya da ona yakın bir süre. Hatırlayamıyordu. Belki de 10 gün müydü acaba. O kadar uzun süre içerde kalınca ne gün sayısını aklında tutabiliyordu ne de günlerden hangisi olduğunu.

Bugünü biliyordu ama.

Cuma’ydı. Bu demek oluyordu ki 2 gün yalnız kalacaktı. Yemeksiz, susuz, tuvaletsiz. Evdekiler her haftasonu olduğu gibi gideceklerdi. Geçen defa odada kilitli olduğunu unutup eve 1 gün geç döndüklerinde karşılaştıkları manzaradan beri odaya biraz yemek, bir sürahi su ve bir leğen bırakıyorlardı. Kovayla işini daha rahat gördüğünü söylemesine rağmen leğen bırakarak bir nevi çifte ceza vermiş oluyorlardı. O da inat ya tuvaletini yapınca arka bahçeye bakan penceresinden aşağıya döküyordu içindekileri. Aslında inat değildi, başka seçeneği yoktu. Aksi takdirde odayı katlanılmaz bir koku sarıyordu. Bunun için her seferinde dayak yiyordu ama buna değerdi. Hem kokudan kurtulduğu için hem de onların arka bahçeyi böğüre böğüre temizlediğini görmek için değerdi. Nasılsa ona temizletemezlerdi, onun dışarı çıkması yasaktı.

Bir kaç dakika sonra odanın kapısında, elinde bir torba içinde haftanın artık ekmekleri, bir kaç elma, bir sürahi su ve sarı geniş leğenle belirdi. Hepsini yere koydu ve ayağıyla ona doğru itti. Kapıyı tekrar kilitledi. Kilit sesinden bir kaç dakika sonra dış kapının çarpılma sesi duyuldu.

Odaya kapatıldığında dünyayı kendine zindan etmekten çoktan vazgeçmişti. Eskiden bir köşeye siner, bayılıncaya kadar ağlar, yemek yemezdi. Artık evden çıktığında gördüklerinin hayalini kurarak geçiriyordu bu süreyi. Gördükleri üstüne hikayeler yazıyor, resimler çiziyordu; bir zaman sonra görmedikleri de yaptıklarına konu olmaya başlamıştı.

Henüz bunların tam bir kısır döngü olduğunu anlayamayacak kadar küçüktü. Dışarı çıkmak için duyduğu istek içeri kapatılmasına, onu besleyen dışarıdan uzak kalmasına neden oluyordu ama içeride kaldığı süre boyunca aklını yitirmemesi için de malzeme oluyordu. Hikayelerinin, çizimlerinin kaynağı yüzünden ceza alması gerekiyorsa alacaktı, artık bu onun için odaya kapatılmak değil, sessiz ve müdahalesiz bir çalışma zamanı anlamına geliyordu.

Yaptıklarını özenle saklıyordu. Onu neyin ayakta tuttuğunu görecek olurlarsa tüm kalemlerini, kağıtlarını alırlardı odadan. Yazmak, çizmek de yasak olurdu.

Odaya kapatıldığında koşarak köşeye sindiği günlerden birinde ayağı yerdeki oynak parkelerden birine takılıp yüzü koyun yere yığılmıştı. Bundan aylar sonra ilk hikayesini saklamak zorunda olduğunu farkettiğinde ancak hatırlamıştı o parkeyi. Eğer biri yerinden oynuyorsa diğerleri de oynuyor olmalıydı. Parkeye yaklaştı, elindeki kalemle parkeyi yerden iyice kanırtarak kaldırmayı başardı. Zaten o parke diğerlerine yapışık olduğu için bir kaç parke birden kalkmıştı havaya. Şimdilik tek bir kağıdı saklayacak incelikte yer vardı ama başka hiç bir kağıt koyamazdı, parke yerine oturmaz, altında bir şeyler olduğu belli olurdu. Odadan ilk kurtulduğunda nasılsa dışarı çıkacaktı. O zaman gidip parkenin altını kazıp boşaltmak için bir alet almalıydı. Evdeki aletlerden birini alırsa farkedileceğinden korktuğu için bunu dışarıdan halletmesi şarttı.

3 ay sonra yine odadaydı. Etrafına muzip bir bakış attı. Yürüdüğü yerin altında kimbilir kaç hikaye, kaç resim birikmişti. Bu oda hepsinindi, onun ve onların odası. Odaya girer girmez kulağına yeni hikayeler fısıldanmaya başlamıştı bile. Artık odanın neresinden parke kaldırsa altından bir hikaye çıkardı. Kuzeye bakan sağ köşedeki parkelerin altında ilk hikayesiyle birlikte 3 farklı kapatılma sırasında çizdiği resimler vardı. Batıya bakan sol köşedeyse kesinlikle yer kalmamıştı. Odanın tam ortasında sakladığı kalemlerini ve kağıtları çıkartmak için dizlerinin üstüne çöktü, arka cebindeki tornavidayla parkeyi kanırtmasıyla birlikte istedikleri karşısındaydı.

Bu defa yazacağı hikayeyi dışardan getirmemişti. Bu defaki çok yakında bir yerdendi, evin içinden, tam kalbinden geliyordu. Tabii bu evin bir kalbi varsa. Biliyordu ki bu odadaki yüzlerce kanırtma darbesi ve minik kazılarla evin en azından ciğerlerini sökmüş olmalıydı. Bu hayalle yazmaya başladı. Kendisine yapılanların öcünü evlerinden aldığını anlattığı bir hikaye olacaktı. Ciğerlerini söktüğü bu evin kalbini bulup çıkarttığı ve elleriyle parçaladığı bir hikaye. Evin kalbi ise bir parkenin altında ya da bir duvarın içinde olamazdı. Evin kalbi kanlı canlıydı, evin kalbinin kim olduğunu çok iyi biliyordu. Bu onun hikayesi olacaktı.

Tüm yaşadıklarının hıncıyla yazmaya koyulmuştu ki büyük bir gürültü duydu. Arkasından da yerinde durmasına müsade etmeyecek güçte bir sarsıntı hissetti. Önce deprem olduğunu sandı ama sallantı gürültüyle birlikte sona ermişti. Bu kadar şiddetli bir depremin anlık hissedilebileceğini hiç sanmıyordu. Sonra aynı gürültü tekrar, sonra sarsıntı. Bu bir patlamaydı. Sonra taş taş üstünde kalmadığını anlatan farklı gürültü sesleri...İnsan çığlıkları...

Odanın köşesine ne zaman savrulmuştu? Odanın ortasında kaldırdığı parkelerden çok uzaktaydı şimdi. Arka bahçeye bakan penceresinden ne olduğunu görmesi olanaksızdı. Birbiri ardına artık patlama sesi olduğunu anladığı gürültüleri duymaya başladı. Her gürültüyü bir yıkılma sesi onu da çığlıklar takip ediyordu. Daha da yaklaşan çığlıklar.

Pencerenin dışındaki güneş ışıkları toz bulutlarının ardında kaybolmuştu. Sanki dünyayla güneş arasına karanlık bulutlar girmişti. Güneş ışıkları kapkara toz bulutunun arasından insanı mutlu değil, hasta yatağında rahatsız edercesine sızıyordu. Sallantı bir an durduğunda cama koştu. Bahçede gördüklerine inanamıyordu. 3 asker karşılarına dizdikleri 7 kişiye silahlarını doğrultmuşlardı. Birbiriyle senkronize bir kaç el atışla 7 kişinin de yere yığılmasıyla ağzından tiz bir çığlık çıktı. Sese dönen askerler onu gördüğünde yere eğilmek için çok geç kalmıştı.

Seslerini duyabiliyordu, “Evde biri var! Sağ biri komutanım!”

“Vurun.”

Ev büyük bir gürültüyle sarsıldı. Yatağının altına ancak kayarak girebildi. Yatağın kendisini ne kadar koruyabileceğinden emin değildi ama aklına başka bir yer gelmiyordu. Ev sarsılmaya devam ediyordu. Elleriyle yatağın demir ayaklarına tutunurken bir asansördeymiş gibi alçaldığını hissedebiliyordu. Dışarıdaki askerler ev yıkılırken havaya saçılan ve sanki yere doğru değil, gökyüzüne doğru uçuşan resim ve kağıtları görebiliyorlardı. Rengarenk resimlerin arasında yıkılan bina adeta bir cenazede havai fişek patlatmaya benziyordu. Hedefin ortadan kaldırıldığından emin olmak için evin yıkıntıları arasına giren askerler karşılarındaki görüntüye inanamadılar. Rengarenk resimlerin ve kelimelerin arasında sadece genç bir kız gördüler. Engin bir çiçek tarlasının ortasındaymışcasına yüzünde gülümsemesiyle yatan bir kız.

***

Kapıyı kırarak açtılar. Ortalıkta yoktu ama gördükleri en büyüleyici odaydı. Yerler ve duvarlar resim ve yazılarla kaplanmıştı. Birbirine geçen yazılar, rengarenk resimler içeriye girene adım atarak bambaşka bir evrene geçiş yaptığı hissini veriyordu. Simitçi bir çocuğun resminin yanında hikayesi olduğunu anlayabildiğiniz bir yazı, aynı şekilde etrafında 20’den fazla kedi olan yaşlı bir kadının resmi ve hikayesi, bir diğerinde sarı bir leğenin içine çömelmiş bir kız...yanında yazılı kağıt olmayan bir resim.

Sonra kızı gördüler, yatağın altındaydı.

“Bu resmin neden hikayesi yok? Buralarda bir yerde olmalı.” diyerek, sinirli ama cevabı aradığını bilen bir ifadeyle baktı odanın kapısından içeriyi görmeye çalışan ev sakinlerine. Hepsi birbirinden daha fazla korkmuş görünüyordu.

Görevli polisin sesi duyuldu, “Buldum komiserim. Kağıt da burada yatağın altında. Yatağın somyasına yapıştırılmış.”

Komiser kağıdı eline alır. Kısa bir not olarak görür bu kısa hikayeyi. Hemen okur. Kaşları çatılır, okudukları karşısında gözleri dolar.

“Merkeze götürün, incelensin. Bunların da hepsini tutuklayın.”

***

Evden öcünü almıştı. Evin kalbini bulup kendi elleriyle parçalayarak. Hem çektiklerine son verecek hem de bu evin kalp atışlarını durduracak tek şeyin kendisi olduğunu ne kadar da geç anlamıştı.

Kaç yıl yediklerini hiç bir zaman bilemeyecekti ama öcünü almıştı.


Bu kısa hikaye Öykü Atölyesi'nce belirlenen YASAKLAR kelimesinin beynimden kovaladıklarıyla yazılmıştır.


21 Ağustos 2009

"AİLE" 

Öykü Atölyesi'nde Editörün Tavsiyesi olmuş.

Mutluyum :)


20 Ağustos 2009

AİLE


“A”ile başlayan her kelime, A’nın alfabenin ilk harfi olması, her şey onunla başlıyormuş, o yüzden onun dediği olurmuş gibi bir his uyandırıyordu içinde. Anlamsızdı ama böyle hissediyordu işte. Nahoş baskıcı bir his. Herşeyin yaratıcısı, anası, babası oymuş gibi. Herkes onu dinleyecekmiş gibi. Sırf A için değil, 1 rakamı için de aynı şeyi hissediyordu. Hatta “hücre” kelimesini hayatında kullandığını hatırlamıyordu. Herhangi bir şeyin başı, başlangıcı onun için katlanılmazdı. Ama esas sorun “A”ydı. Tüm diğer takıntıları “A”ile başlamıştı.
Küçüklüğünden beri böyleydi bu. Daha doğrusu küçüklüğü yüzünden böyleydi bu. Üstünde baskı kurulmasına gelemiyordu. Tüm o baskılar, içindeki bu takıntı kurdunu yaratmıştı. Zaten o ağzına almak istemediği aile kelimesi de “A”ile başlamıyor muydu? Aile de güya her şeyin başı değil miydi? Her şeyin başı olduğu için aile ne derse o olmaz mıydı? Herkes onu dinlemek zorunda değil miydi?
Aile buyururdu:
Adaba uygun olacaksın.
Azgın olmayacaksın.
Akıllı olacaksın.
Aptal olmayacaksın.
Okul 1.si olacaksın.
Sonra da Türkiye 1.si.
Spor müsabakalarında da 1.olacaksın.
Azami surette temkinli,
Asgari derecede içinden geleni yapacaksın.
Önüne gelen her şeyin başıyla işte bundan derdi vardı. Artık aklı kalmamıştı. Karanlıktan, kedilerden, hatta bir kalemden ölesiye korkan herkesin takıntısının, fobisinin bir adı vardı. Onun fobisinin bir adı var mıydı? Anlamsız korkularının bir adı var mıydı? Ya da hastalığının bir adı? Aileden yadigar bu takıntıyı bir bilen var mıydı? Küçüklüğünde kontrolünü kaybettiği hayatının geridönüşü var mıydı? Hayatını kontrol altına almaya çalışma hastalığının bir adı var mıydı? Bedenini kontrol altına almaya çalışma hastalığının adını biliyordu. O da “A”ile başlıyordu: Anoreksi. Bu nasıl bir ironiydi? Sonun başlangıcının adı bile “A”ile başlıyordu.
Artık dayanamıyordu. Günlük diyaloglarında “A”ile başlayan kelimeler duyduğunda vücudunu soğuk terler basarken, 1 rakamını duyduğunda nefesi kesilirken hatta bu kelimelerden biri aileden birinin ağzından çıktığında altına kaçırırken yaşamaya devam edemezdi. Yapacaktı. Başka çaresinin kalmadığını görebiliyordu. 
Ama önce “A”bdest almalıydı.
"A"llah’ın rahmetine kavuşacaktı.
Bu kısa hikaye Öykü Atölyesi'nce belirlenen AİLE kelimesinin beynimden kovaladıklarıyla yazışmıştır.

Kepenk


Bu kepenkler bir daha açılabilecek miydi?

Yağmalanmış sokaktan geçerken bunu düşünüyordu. Kendi dükkanının sağında, solunda, karşısında camları kırılmış, içinde lastik yakılmış, yerde kan lekeleri olan dükkanları gördükçe kendi kepenklerini açma fikrine sıcak bakamıyordu.

Korkudan mı, utançtan mı böyle hissettiğini bilemiyordu. Belki ikisi birden. Bu semtte dükkan açarken arkadaşları, ailesi uyarmamış mıydı? Onları dinlemiş miydi peki? Hayır. O barışçıl bulduğu hareketinin gerçekleri yansıtmadığını şimdi görüyordu.

Kendinden farklı insanların bulunduğu bu bölgede dükkan açarken 2 topluluk arasında bir zeytin dalı olduğunu hayal etmişti. Ancak yeni mahalleden de tüm o uyarıları utandıracak bir hoşgeldin duymamıştı.

Hoşgeldin duyulmayan bir yerde satış da olmuyordu haliyle. Sadece arada denk düşen bir kaç turist açıyordu kapısını; düzenden bihaber oldukları için.

Satışlarının iyi gitmediği o günlerden birinde, kendini kovalayan bir grup gençten kaçan o minik kız olmasaydı işleri dönmeyecekti ama tüm bunlar da yaşanmayacaktı. O gün o kıza kapısını açmasa, o iyiliği yapmasa, insan olmasaydı bunların hiç biri olmayacak mıydı? Yoksa başka bir neden bulup çıkarırlar mıydı? Bu düşünceyle içindeki korku ve utanca suçluluk duygusu dediğimiz kemirgen de katılmıştı.

Kız kendini kapıdan içeri attığında günlerden neyse neydi ama havanın boğucu sıcaklığını hatırlıyordu. Kız ise onun kim olduğunu biliyordu ama başka çaresi de yoktu. Atıvermişti kendini dükkana işte. Atmasıyla birlikte “yardım et” demesi de bir olmuştu ama gözlerinin içine bile bakamıyordu bunu derken.

Kızı kenara çekti ve dükkanın kapısını açıp sokağa çıktı, kapıyı arkasından kapattı. Gençler kızın içeride olduğunu biliyordu. Aslında kovalamacanın heyecanı kızın kapıdan içeri kaçmasıyla son bulmuştu. Kız sokaktaki hangi kapıdan içeri kaçarsa kaçsın kovalamacanın orada biteceğini ve devamının gelmeyeceğini zaten biliyorlardı. Fakat kız can havliyle en yakındaki dükkana kaçmak zorunda kalınca, dükkan sahibi de o olunca işler değişiyordu. Başka bir heyecan başlıyordu. Kafa tutmanın heyecanı.

“Nasıl tutarsın içeride onu?” diye bağırdı bir tanesi. Bir başkası “Burada dükkan açman yetmiyor, bir de onlardan mı oldun?” diyerek üstüne yürüdü. Onlara ve dediklerine o kadar ifadesiz bakıyordu ki... Sayıca üstün oldukları için bir şey yapamayacağının farkındalığının verdiği sakinlikti bu. “Babamla geçmişin olmasa acımazdım. Yürüyün gidiyoruz.” duyduğu son cümle oldu. Arkasını döndü dükkana girdi. Bu genç çocukların, çok değil, sadece 2 sokak ötede yaşadığına inanamıyordu.

Kızın bir kaç dakika sonra tek kelime etmeden ama minnettar gözlerle bakarak dükkandan çıktığı o günden sonra ilk defa bir mahalleliye satış yaptı. Kızın akrabası bile değildi alışverişi yapan. Demek ki haber çabuk yayılmıştı. Her geçen gün mahalleden müşterileri arttı.

Ailesi ve arkadaşları da farkındaydı ama o, onun için sevinmek yerine, uyarıları boş çıktığı için hissettikleri hırsla yandıklarının farkına varamamıştı. Gelişmeleri büyük bir barış anlaşmasının imzalanmasında önemli bir rol oynamışçasına heyecanla paylaşmıştı. Onların da bu huzuru hissetmesini istemiş, her şeyi çok güzel yapacağını sanmıştı. Onlar da görmeyi, hissetmeyi başarabilirlerse 2 sokak ötesi 200 yıl öncesi gibi olmayacaktı.

Şimdiyse o barış anlaşmasının küllerine bakıyordu. Mahallenin böylesine yağmalanmış ancak kendi dükkanına hiç bir zarar gelmemiş olması şans olabilir miydi? Bunu kimin yaptığı bulunmamışken şans kelimesine kendini çok yakın hissedebilir ve içini rahatlatabilirdi. Ancak kimin yaptığı belliydi, sadece kendi dükkanının ayakta olmasından belliydi.

Şimdi o kepenkleri açarsa bir tarafa karşı sadece kendi dükkanını sembolik de olsa açabilmenin utancını yaşarken diğer tarafa kafa tutacak olmanın verdiği korkuyu yaşıyordu. Peki mahallede sağlam kalanlar onu sağ bırakır mıydı? O böyle naif bir barış elçiliğine kalkışmamış olsa bunlar yaşanır mıydı? Peki ya o minik kızı içeri almamış olsa o minik kız yaşıyor olur muydu?

Dükkana doğru ilerlerken tüm gözler ondaydı. İlerledikçe görmek istemediklerine, yaklaşmak istemediklerine yaklaşıyordu. Dükkanın önünde durdu, cebinden kepenk kilidinin anahtarını çıkarttı. Kepenk büyük bir gürültüyle yukarı doğru açıldı. Cebinden çıkardığı diğer anahtarla dükkanın kapısını ardına kadar açtı. Yüzünü tekrar sokağa döndü ve yere eğildi. Kapısının önüne bırakılmış minik kızın cansız bedenini kucaklayarak dükkandan içeri girdi.

Kapıyı arkasından kapattı.

Bu hikaye Öykü Atölyesi'nce belirlenen yukarıdaki fotoğrafın beynimden kovaladıklarıyla yazılmıştır.