16 Ekim 2009

MUTLULUK

Uzun zamandır ilk defa birinin ona bu kadar sıkı sarıldığının farkına varmıştı. O anda durumu geçiştirmek için yaptıklarını hatırladı. Pişman oldu. “Neden başıma güzel bir şey geldiğinde anlayamıyorum, neden farkına vardığımda çok geç oluyor?” diye düşündü. En son ne zaman biri ona böyle sarılmıştı? En son ne zaman biri ona böyle sıkı sarılmış ve bırakmak istememişti? Tahmininden uzun süren bu sarılmanın tadını çıkartacağına orayı bir an önce terk etmek için kafasında bahaneler aramıştı; bulmuştu da. Bunun güzel bir hediye olduğunuysa çok geç anlamıştı.

“Tanrım, ne kadar korkağım” diye düşündü. “Kaçtım. Aklımda sadece nasıl kaçabilirimi hesapladım. O anın değerini anlamadım. Benim için gerçek anlamını göremedim çünkü bakmadım. Çünkü her gün biri bana böyle sarılıyor, böyle bırakmak istemiyor ya! Ondan! Küçük kafamda, küçük hesaplarım...”

Sinirle çarptı kapıyı ve kendini dışarı attı. Adımını atar atmaz dışarıdaki serin hava boynundan içeri, göğsüne indi. Hissettiği ürpermeyle omuzlarını önüne doğru çekti, ceketinin yakasını kaldırdıktan sonra ellerini cebine sokup yürümeye başladı.

Yağmur başlayacak gibi görünüyordu ama tek bir damla bile düşmeyecekti. O göğsündeki sıkıntıyı atmadıkça, onunla inatlaşır gibi gökyüzü de sıkıntısını dökmeyecekti.

Hızlı yürüyordu. Havanın, yürüdüğü yerlerin, boş zamanının keyfini çıkarırcasına değil, bir yere yetişmeye çalışırcasına yürüyordu. Yetişeceği bir yer de yoktu, varacağı bir yer de. Varacağı yer yeryüzünde değildi. Kafasındaki cevaba varana kadar yürümek istiyordu. Kilometrelerce olsa da yürüyecekti. O cevaba bir an önce varabilmek için koşarcasına yürüyordu. Varıp varamayacağını bilmeden. Varmaktan da korkuyordu, varamamaktan da.

“Neden böyle oldu? Neden böyle oldum? Ne zaman bu insan oldum? Nasıl bu insan oldum?” diye geçiriyordu içinden. “Ne zaman bu kadar cesur ve bu kadar korkak oldum? Ne zaman bu kadar atılgan ve bu kadar çekingen oldum? Nasıl hem neşeli hem karamsar oldum? Her halimin farkındayım, ne olması gerektiğinin de ama olması gerekeni beklemek Godot’yu beklemekle aynı hale geldi. Hiç gelmeyecek birini beklemek gibi, hiç olmayacak bir şeyi beklemek. Ve bunu kabul edememek. Kendini kabul edememek. Kendini kabul edemediğinin farkında olarak yaşamak bir yerde bitirecektir beni. Belki bitirdi de ben farkında değilim. Ya da farkında mıyım? Farkında olmadan yaşamayı isterdim. Daha aptal olmayı. O zaman mutlu olurdum.”

Kendini kabul etmediğinin farkında olmadan yaşamak mutluluk muydu? Gerçek mutluluk muydu? Mutlu olmamanı gerektiren bir durum olduğunun farkında olmadığın için mutsuz olmamak mutlak mutlulukla karşılaştırılabilir mi? Farkı bilmiyorsan hangi mutluluğu yaşadığın önemli mi? Farkeder mi?

Bu düşüncelerden uzaklaşmak için kafasını salladı, kafasındaki bir böceği silkelemeye çalışır gibi kafasını salladı. O sırada kafasındaki şapka uçtu, onu yakalamak için kovalamaya başladı. Sonunda rüzgar kesildi ve şapka yere indi. Şapkayı alıp silkeledi. Aldığı yerde renkli bir nokta dikkatini çekti. Taşların arasından sonbaharın son sıcak günlerine kanıp kafasını uzatmış mor renkte minik bir çiçekti. Gülümsedi. “Aslında mutlu olmak bu kadar kolay” diye düşündü. Mutlu olmak değil, mutluluğu hissetmek mümkündü ve anlarda saklıydı. Sürekli mutluluk hali yoktu. “Beni bu küçük çiçekten başka neler mutlu hissettiriyor?”diye sordu içinden.

Bulutlarda şekiller görmek bunlardan biriydi. Başka birini anlamak, başka biriyle aynı frekansta olduğunu keşfetmek de mutluluğu hissetmesini sağlıyordu. Çok sevdiği bir sanat eserini ilk defa görmek, yabancı bir ülkede minik bir cafe keşfedip orada bir kahve yudumlamak, ağlayıp insan olduğunu hissetmek, başlı başına hissedebilmek...düşündükçe örnekler dökülüyordu ardı ardına. “Ne çok şeyden mutlu oluyorum. Arabada müzik dinlemek, köhne bir balıkçı keşfetmek, ayağımın altında sıcak kumların ezildiğini hissetmek, soğuk havaların ardından güneşli bir günde ilk defa camımı açabilmek, sıcak havaların ardından soğuyan bir günde ilk defa yün hırkamı giymek, şaraptan anlamak, kahve koklamak, gökyüzünden düşecekmiş gibi kocaman, kıpkırmızı doğup yükselen dolunayı izlemek, dolunayı seyrederken Clair de Lune dinlemek ve herkesle aynı kaderi paylaştığının bilincine varmak, tekrar tekrar bunun bilincine varmak ve her seferinde hissedecek yepyeni bir duygu bulmuş gibi mutluluk duymak. Herkesin gerçekte yalnız olduğunu bilmek ama aynı sona birlikte gittiğinden emin olmanın verdiği yanında birinin olduğu duygusunu hissetmek ve korkmamak.”

Bu kadar mutluluk fırsatının yanında kendini kabul edip etmemek önemli miydi? İşte cevaba varmıştı. En azından öyle olmasını istedi ve şimdilik bulduğunu kabul etti.

Bu defa içinden değil, kendisinin hatta yanından geçen birinin rahatça duyacağı bir şekilde “Bir şey daha var” dedi, “Beni mutlu hissettiren bir şey daha var.”

Durdu. Nerede olduğunu anlamak için etrafına baktı. Sağındaki sokağın içine daldı. Yüksek binaların olduğu dar sokakta yine hızla ilerliyordu. Artık nereye gittiğini biliyordu. Ne yapmak istediğini biliyordu. Uzunca bir süre yürüdü, yüzüne vuran damlaların farkına bile varmıyordu. Gökyüzünün inatlaşması bitmişti. Sıkıntısının göğsünden çıktığını hissedercesine inatlaşması bitmişti. Bir damla, iki, üç, dört...Ahmak ıslatan hızla bir yağmura dönüşüyordu. Yağmur başlayınca anladı yağdığını. Yağmur yağmaya başlayınca hava yumuşamıştı. Olduğu yerde durdu. Başını gökyüzüne çevirdi. Yüzüne koca bir gülümseme yayıldı, o anda o mor çiçeği hatırladı. Bu yağmurda çoktan ölmüş olmalıydı...

Başını öne eğdi, önünde uzanan, üstünde ilerlediği yola baktı, korktu. Durdu. Ayakları kıpırdamıyordu. Tek düşünebildiği mor çiçeğin ölmüş olduğuydu. Küçük bir mutluluk anı nelere malolabiliyor düşüncesi yeniden çöktü aklına. Gözlerinin önüne bir perde indi. Her yer karardı. Yağmur sağnağa döndü. Kesinlikle kıpırdayamıyordu.

Bir anda geri döndü, koşmaya başladı. Eve ulaştığında sırılsıklamdı. Kapıyı açıp kendini içeri attı. Titreyerek duşa girdi. Isınmak için sıcak suyu açtı. Yüzüne, vücuduna sıcak damlalar değmeye başladı, iliklerinin ısındığını hissediyordu ama yüzünden ne hissettiği anlaşılmıyordu. Gözleri sabit, duşakabinin camına bakıyordu. Sanki orada değildi. O sırada gözünün önünde mor çiçek vardı. Bir anlık mutluluk ihtimali için başını cesurca taşların arasından uzatan mor çiçek.

Bu defa yağmur yağmadı. Mor çiçek büyüdü, öyle büyüdü ve güçlendi ki etrafındaki taşları kırarak kendine yer açtı. O taşların olduğu yerlerde yeşil çimenler çıktı. Mor çiçek koca bir ağaç oldu. Sonra yağmur yağdı ama artık mor çiçeğe bir şey yapacak güçte değildi. Aksine mor çiçeğe daha da güç veriyordu artık. Bir anlık mutluluk ihtimali sonsuz mutluluğa dönüşmüştü. O riski almış, şansını denemişti. Yağmur yağacağını da bilemezdi, yağmayacağını da. Evet o gün yağmış ve mor çiçek ölmüştü ama aklı ona öyle bir oyun oynamıştı ki o gün yağmur yağmasa olabilecekleri göstermişti.

Birden kendine gelircesine başını arkaya attı, gözlerini kırpıştırdı. Hala vücuduna sıcak su akıyordu. Olduğu yere çöküverdi. Kafasında her şey geri çekimde gibi geri saydı ve kendini o dar sokağın ortasında, yağmurun ağırlaştığı, başını göğe çevirip gülümsediği anda buldu.

Kafasını daha önce olduğu gibi önüne eğdi, gittiği yöne baktı. Bu defa gülümsemeye devam ediyordu. Hızla yürümeye başladı, yürümek yetmiyordu, koşar adım ilerliyordu. Bir kaç sokak sonra bir binanın önünde durdu, kapıya gitti. Zili çalarken saçlarından, paçalarından, gözlerinden sular akıyordu. Kapı açıldı. Tam beklediği kişi karşısında duruyordu. Boynuna atladı. Sarıldı, sarıldı, sarıldı, hiç bırakmamacasına, sıkı sıkı sarıldı. Kendini tanımlanamaz bir güven içinde hissettiği anda gözlerine yine o perde indi. Her yer karardı.

***

Ertesi gün alt komşuyu su basınca evine zorla girdiler. Cansız bedeni küvette yatıyordu. Düşüp başını vurmuş olmalıydı, başından sızan kan küvetteki suyu boyamıştı. Küvetin ortasında, kolları kendine sarılmış gibi dolanmış bir halde, yüzünde gülümsemeyle yatıyordu.

Bu kısa hikaye Öykü Atölyesi'nce belirlenen KORKU kelimesinin beynimden kovaladıklarıyla yazılmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder