24 Ağustos 2009

Az Bile

-       Az bile! Sana yaptıklarımız az bile! Kaç kere söyleyeceğiz ha kaç kere? Kulakların mı duymuyor, o ufacık beynin mi almıyor anlamıyorum ki! Kızım sokak yasak sana! Ya bunu kafana sokacaksın ya da bir daha bu odadan çıkmayacaksın! İşte o kadar!

Kapı büyük bir gürültüyle kapandı ve ne zaman duysa içini bulandıran kilit sesi kulaklarında çınladı. Bu defa kaç gün kalacaktı bu odada? En son 3 ay önce, 1 hafta kadar kalmıştı ya da ona yakın bir süre. Hatırlayamıyordu. Belki de 10 gün müydü acaba. O kadar uzun süre içerde kalınca ne gün sayısını aklında tutabiliyordu ne de günlerden hangisi olduğunu.

Bugünü biliyordu ama.

Cuma’ydı. Bu demek oluyordu ki 2 gün yalnız kalacaktı. Yemeksiz, susuz, tuvaletsiz. Evdekiler her haftasonu olduğu gibi gideceklerdi. Geçen defa odada kilitli olduğunu unutup eve 1 gün geç döndüklerinde karşılaştıkları manzaradan beri odaya biraz yemek, bir sürahi su ve bir leğen bırakıyorlardı. Kovayla işini daha rahat gördüğünü söylemesine rağmen leğen bırakarak bir nevi çifte ceza vermiş oluyorlardı. O da inat ya tuvaletini yapınca arka bahçeye bakan penceresinden aşağıya döküyordu içindekileri. Aslında inat değildi, başka seçeneği yoktu. Aksi takdirde odayı katlanılmaz bir koku sarıyordu. Bunun için her seferinde dayak yiyordu ama buna değerdi. Hem kokudan kurtulduğu için hem de onların arka bahçeyi böğüre böğüre temizlediğini görmek için değerdi. Nasılsa ona temizletemezlerdi, onun dışarı çıkması yasaktı.

Bir kaç dakika sonra odanın kapısında, elinde bir torba içinde haftanın artık ekmekleri, bir kaç elma, bir sürahi su ve sarı geniş leğenle belirdi. Hepsini yere koydu ve ayağıyla ona doğru itti. Kapıyı tekrar kilitledi. Kilit sesinden bir kaç dakika sonra dış kapının çarpılma sesi duyuldu.

Odaya kapatıldığında dünyayı kendine zindan etmekten çoktan vazgeçmişti. Eskiden bir köşeye siner, bayılıncaya kadar ağlar, yemek yemezdi. Artık evden çıktığında gördüklerinin hayalini kurarak geçiriyordu bu süreyi. Gördükleri üstüne hikayeler yazıyor, resimler çiziyordu; bir zaman sonra görmedikleri de yaptıklarına konu olmaya başlamıştı.

Henüz bunların tam bir kısır döngü olduğunu anlayamayacak kadar küçüktü. Dışarı çıkmak için duyduğu istek içeri kapatılmasına, onu besleyen dışarıdan uzak kalmasına neden oluyordu ama içeride kaldığı süre boyunca aklını yitirmemesi için de malzeme oluyordu. Hikayelerinin, çizimlerinin kaynağı yüzünden ceza alması gerekiyorsa alacaktı, artık bu onun için odaya kapatılmak değil, sessiz ve müdahalesiz bir çalışma zamanı anlamına geliyordu.

Yaptıklarını özenle saklıyordu. Onu neyin ayakta tuttuğunu görecek olurlarsa tüm kalemlerini, kağıtlarını alırlardı odadan. Yazmak, çizmek de yasak olurdu.

Odaya kapatıldığında koşarak köşeye sindiği günlerden birinde ayağı yerdeki oynak parkelerden birine takılıp yüzü koyun yere yığılmıştı. Bundan aylar sonra ilk hikayesini saklamak zorunda olduğunu farkettiğinde ancak hatırlamıştı o parkeyi. Eğer biri yerinden oynuyorsa diğerleri de oynuyor olmalıydı. Parkeye yaklaştı, elindeki kalemle parkeyi yerden iyice kanırtarak kaldırmayı başardı. Zaten o parke diğerlerine yapışık olduğu için bir kaç parke birden kalkmıştı havaya. Şimdilik tek bir kağıdı saklayacak incelikte yer vardı ama başka hiç bir kağıt koyamazdı, parke yerine oturmaz, altında bir şeyler olduğu belli olurdu. Odadan ilk kurtulduğunda nasılsa dışarı çıkacaktı. O zaman gidip parkenin altını kazıp boşaltmak için bir alet almalıydı. Evdeki aletlerden birini alırsa farkedileceğinden korktuğu için bunu dışarıdan halletmesi şarttı.

3 ay sonra yine odadaydı. Etrafına muzip bir bakış attı. Yürüdüğü yerin altında kimbilir kaç hikaye, kaç resim birikmişti. Bu oda hepsinindi, onun ve onların odası. Odaya girer girmez kulağına yeni hikayeler fısıldanmaya başlamıştı bile. Artık odanın neresinden parke kaldırsa altından bir hikaye çıkardı. Kuzeye bakan sağ köşedeki parkelerin altında ilk hikayesiyle birlikte 3 farklı kapatılma sırasında çizdiği resimler vardı. Batıya bakan sol köşedeyse kesinlikle yer kalmamıştı. Odanın tam ortasında sakladığı kalemlerini ve kağıtları çıkartmak için dizlerinin üstüne çöktü, arka cebindeki tornavidayla parkeyi kanırtmasıyla birlikte istedikleri karşısındaydı.

Bu defa yazacağı hikayeyi dışardan getirmemişti. Bu defaki çok yakında bir yerdendi, evin içinden, tam kalbinden geliyordu. Tabii bu evin bir kalbi varsa. Biliyordu ki bu odadaki yüzlerce kanırtma darbesi ve minik kazılarla evin en azından ciğerlerini sökmüş olmalıydı. Bu hayalle yazmaya başladı. Kendisine yapılanların öcünü evlerinden aldığını anlattığı bir hikaye olacaktı. Ciğerlerini söktüğü bu evin kalbini bulup çıkarttığı ve elleriyle parçaladığı bir hikaye. Evin kalbi ise bir parkenin altında ya da bir duvarın içinde olamazdı. Evin kalbi kanlı canlıydı, evin kalbinin kim olduğunu çok iyi biliyordu. Bu onun hikayesi olacaktı.

Tüm yaşadıklarının hıncıyla yazmaya koyulmuştu ki büyük bir gürültü duydu. Arkasından da yerinde durmasına müsade etmeyecek güçte bir sarsıntı hissetti. Önce deprem olduğunu sandı ama sallantı gürültüyle birlikte sona ermişti. Bu kadar şiddetli bir depremin anlık hissedilebileceğini hiç sanmıyordu. Sonra aynı gürültü tekrar, sonra sarsıntı. Bu bir patlamaydı. Sonra taş taş üstünde kalmadığını anlatan farklı gürültü sesleri...İnsan çığlıkları...

Odanın köşesine ne zaman savrulmuştu? Odanın ortasında kaldırdığı parkelerden çok uzaktaydı şimdi. Arka bahçeye bakan penceresinden ne olduğunu görmesi olanaksızdı. Birbiri ardına artık patlama sesi olduğunu anladığı gürültüleri duymaya başladı. Her gürültüyü bir yıkılma sesi onu da çığlıklar takip ediyordu. Daha da yaklaşan çığlıklar.

Pencerenin dışındaki güneş ışıkları toz bulutlarının ardında kaybolmuştu. Sanki dünyayla güneş arasına karanlık bulutlar girmişti. Güneş ışıkları kapkara toz bulutunun arasından insanı mutlu değil, hasta yatağında rahatsız edercesine sızıyordu. Sallantı bir an durduğunda cama koştu. Bahçede gördüklerine inanamıyordu. 3 asker karşılarına dizdikleri 7 kişiye silahlarını doğrultmuşlardı. Birbiriyle senkronize bir kaç el atışla 7 kişinin de yere yığılmasıyla ağzından tiz bir çığlık çıktı. Sese dönen askerler onu gördüğünde yere eğilmek için çok geç kalmıştı.

Seslerini duyabiliyordu, “Evde biri var! Sağ biri komutanım!”

“Vurun.”

Ev büyük bir gürültüyle sarsıldı. Yatağının altına ancak kayarak girebildi. Yatağın kendisini ne kadar koruyabileceğinden emin değildi ama aklına başka bir yer gelmiyordu. Ev sarsılmaya devam ediyordu. Elleriyle yatağın demir ayaklarına tutunurken bir asansördeymiş gibi alçaldığını hissedebiliyordu. Dışarıdaki askerler ev yıkılırken havaya saçılan ve sanki yere doğru değil, gökyüzüne doğru uçuşan resim ve kağıtları görebiliyorlardı. Rengarenk resimlerin arasında yıkılan bina adeta bir cenazede havai fişek patlatmaya benziyordu. Hedefin ortadan kaldırıldığından emin olmak için evin yıkıntıları arasına giren askerler karşılarındaki görüntüye inanamadılar. Rengarenk resimlerin ve kelimelerin arasında sadece genç bir kız gördüler. Engin bir çiçek tarlasının ortasındaymışcasına yüzünde gülümsemesiyle yatan bir kız.

***

Kapıyı kırarak açtılar. Ortalıkta yoktu ama gördükleri en büyüleyici odaydı. Yerler ve duvarlar resim ve yazılarla kaplanmıştı. Birbirine geçen yazılar, rengarenk resimler içeriye girene adım atarak bambaşka bir evrene geçiş yaptığı hissini veriyordu. Simitçi bir çocuğun resminin yanında hikayesi olduğunu anlayabildiğiniz bir yazı, aynı şekilde etrafında 20’den fazla kedi olan yaşlı bir kadının resmi ve hikayesi, bir diğerinde sarı bir leğenin içine çömelmiş bir kız...yanında yazılı kağıt olmayan bir resim.

Sonra kızı gördüler, yatağın altındaydı.

“Bu resmin neden hikayesi yok? Buralarda bir yerde olmalı.” diyerek, sinirli ama cevabı aradığını bilen bir ifadeyle baktı odanın kapısından içeriyi görmeye çalışan ev sakinlerine. Hepsi birbirinden daha fazla korkmuş görünüyordu.

Görevli polisin sesi duyuldu, “Buldum komiserim. Kağıt da burada yatağın altında. Yatağın somyasına yapıştırılmış.”

Komiser kağıdı eline alır. Kısa bir not olarak görür bu kısa hikayeyi. Hemen okur. Kaşları çatılır, okudukları karşısında gözleri dolar.

“Merkeze götürün, incelensin. Bunların da hepsini tutuklayın.”

***

Evden öcünü almıştı. Evin kalbini bulup kendi elleriyle parçalayarak. Hem çektiklerine son verecek hem de bu evin kalp atışlarını durduracak tek şeyin kendisi olduğunu ne kadar da geç anlamıştı.

Kaç yıl yediklerini hiç bir zaman bilemeyecekti ama öcünü almıştı.


Bu kısa hikaye Öykü Atölyesi'nce belirlenen YASAKLAR kelimesinin beynimden kovaladıklarıyla yazılmıştır.


21 Ağustos 2009

"AİLE" 

Öykü Atölyesi'nde Editörün Tavsiyesi olmuş.

Mutluyum :)


20 Ağustos 2009

AİLE


“A”ile başlayan her kelime, A’nın alfabenin ilk harfi olması, her şey onunla başlıyormuş, o yüzden onun dediği olurmuş gibi bir his uyandırıyordu içinde. Anlamsızdı ama böyle hissediyordu işte. Nahoş baskıcı bir his. Herşeyin yaratıcısı, anası, babası oymuş gibi. Herkes onu dinleyecekmiş gibi. Sırf A için değil, 1 rakamı için de aynı şeyi hissediyordu. Hatta “hücre” kelimesini hayatında kullandığını hatırlamıyordu. Herhangi bir şeyin başı, başlangıcı onun için katlanılmazdı. Ama esas sorun “A”ydı. Tüm diğer takıntıları “A”ile başlamıştı.
Küçüklüğünden beri böyleydi bu. Daha doğrusu küçüklüğü yüzünden böyleydi bu. Üstünde baskı kurulmasına gelemiyordu. Tüm o baskılar, içindeki bu takıntı kurdunu yaratmıştı. Zaten o ağzına almak istemediği aile kelimesi de “A”ile başlamıyor muydu? Aile de güya her şeyin başı değil miydi? Her şeyin başı olduğu için aile ne derse o olmaz mıydı? Herkes onu dinlemek zorunda değil miydi?
Aile buyururdu:
Adaba uygun olacaksın.
Azgın olmayacaksın.
Akıllı olacaksın.
Aptal olmayacaksın.
Okul 1.si olacaksın.
Sonra da Türkiye 1.si.
Spor müsabakalarında da 1.olacaksın.
Azami surette temkinli,
Asgari derecede içinden geleni yapacaksın.
Önüne gelen her şeyin başıyla işte bundan derdi vardı. Artık aklı kalmamıştı. Karanlıktan, kedilerden, hatta bir kalemden ölesiye korkan herkesin takıntısının, fobisinin bir adı vardı. Onun fobisinin bir adı var mıydı? Anlamsız korkularının bir adı var mıydı? Ya da hastalığının bir adı? Aileden yadigar bu takıntıyı bir bilen var mıydı? Küçüklüğünde kontrolünü kaybettiği hayatının geridönüşü var mıydı? Hayatını kontrol altına almaya çalışma hastalığının bir adı var mıydı? Bedenini kontrol altına almaya çalışma hastalığının adını biliyordu. O da “A”ile başlıyordu: Anoreksi. Bu nasıl bir ironiydi? Sonun başlangıcının adı bile “A”ile başlıyordu.
Artık dayanamıyordu. Günlük diyaloglarında “A”ile başlayan kelimeler duyduğunda vücudunu soğuk terler basarken, 1 rakamını duyduğunda nefesi kesilirken hatta bu kelimelerden biri aileden birinin ağzından çıktığında altına kaçırırken yaşamaya devam edemezdi. Yapacaktı. Başka çaresinin kalmadığını görebiliyordu. 
Ama önce “A”bdest almalıydı.
"A"llah’ın rahmetine kavuşacaktı.
Bu kısa hikaye Öykü Atölyesi'nce belirlenen AİLE kelimesinin beynimden kovaladıklarıyla yazışmıştır.

Kepenk


Bu kepenkler bir daha açılabilecek miydi?

Yağmalanmış sokaktan geçerken bunu düşünüyordu. Kendi dükkanının sağında, solunda, karşısında camları kırılmış, içinde lastik yakılmış, yerde kan lekeleri olan dükkanları gördükçe kendi kepenklerini açma fikrine sıcak bakamıyordu.

Korkudan mı, utançtan mı böyle hissettiğini bilemiyordu. Belki ikisi birden. Bu semtte dükkan açarken arkadaşları, ailesi uyarmamış mıydı? Onları dinlemiş miydi peki? Hayır. O barışçıl bulduğu hareketinin gerçekleri yansıtmadığını şimdi görüyordu.

Kendinden farklı insanların bulunduğu bu bölgede dükkan açarken 2 topluluk arasında bir zeytin dalı olduğunu hayal etmişti. Ancak yeni mahalleden de tüm o uyarıları utandıracak bir hoşgeldin duymamıştı.

Hoşgeldin duyulmayan bir yerde satış da olmuyordu haliyle. Sadece arada denk düşen bir kaç turist açıyordu kapısını; düzenden bihaber oldukları için.

Satışlarının iyi gitmediği o günlerden birinde, kendini kovalayan bir grup gençten kaçan o minik kız olmasaydı işleri dönmeyecekti ama tüm bunlar da yaşanmayacaktı. O gün o kıza kapısını açmasa, o iyiliği yapmasa, insan olmasaydı bunların hiç biri olmayacak mıydı? Yoksa başka bir neden bulup çıkarırlar mıydı? Bu düşünceyle içindeki korku ve utanca suçluluk duygusu dediğimiz kemirgen de katılmıştı.

Kız kendini kapıdan içeri attığında günlerden neyse neydi ama havanın boğucu sıcaklığını hatırlıyordu. Kız ise onun kim olduğunu biliyordu ama başka çaresi de yoktu. Atıvermişti kendini dükkana işte. Atmasıyla birlikte “yardım et” demesi de bir olmuştu ama gözlerinin içine bile bakamıyordu bunu derken.

Kızı kenara çekti ve dükkanın kapısını açıp sokağa çıktı, kapıyı arkasından kapattı. Gençler kızın içeride olduğunu biliyordu. Aslında kovalamacanın heyecanı kızın kapıdan içeri kaçmasıyla son bulmuştu. Kız sokaktaki hangi kapıdan içeri kaçarsa kaçsın kovalamacanın orada biteceğini ve devamının gelmeyeceğini zaten biliyorlardı. Fakat kız can havliyle en yakındaki dükkana kaçmak zorunda kalınca, dükkan sahibi de o olunca işler değişiyordu. Başka bir heyecan başlıyordu. Kafa tutmanın heyecanı.

“Nasıl tutarsın içeride onu?” diye bağırdı bir tanesi. Bir başkası “Burada dükkan açman yetmiyor, bir de onlardan mı oldun?” diyerek üstüne yürüdü. Onlara ve dediklerine o kadar ifadesiz bakıyordu ki... Sayıca üstün oldukları için bir şey yapamayacağının farkındalığının verdiği sakinlikti bu. “Babamla geçmişin olmasa acımazdım. Yürüyün gidiyoruz.” duyduğu son cümle oldu. Arkasını döndü dükkana girdi. Bu genç çocukların, çok değil, sadece 2 sokak ötede yaşadığına inanamıyordu.

Kızın bir kaç dakika sonra tek kelime etmeden ama minnettar gözlerle bakarak dükkandan çıktığı o günden sonra ilk defa bir mahalleliye satış yaptı. Kızın akrabası bile değildi alışverişi yapan. Demek ki haber çabuk yayılmıştı. Her geçen gün mahalleden müşterileri arttı.

Ailesi ve arkadaşları da farkındaydı ama o, onun için sevinmek yerine, uyarıları boş çıktığı için hissettikleri hırsla yandıklarının farkına varamamıştı. Gelişmeleri büyük bir barış anlaşmasının imzalanmasında önemli bir rol oynamışçasına heyecanla paylaşmıştı. Onların da bu huzuru hissetmesini istemiş, her şeyi çok güzel yapacağını sanmıştı. Onlar da görmeyi, hissetmeyi başarabilirlerse 2 sokak ötesi 200 yıl öncesi gibi olmayacaktı.

Şimdiyse o barış anlaşmasının küllerine bakıyordu. Mahallenin böylesine yağmalanmış ancak kendi dükkanına hiç bir zarar gelmemiş olması şans olabilir miydi? Bunu kimin yaptığı bulunmamışken şans kelimesine kendini çok yakın hissedebilir ve içini rahatlatabilirdi. Ancak kimin yaptığı belliydi, sadece kendi dükkanının ayakta olmasından belliydi.

Şimdi o kepenkleri açarsa bir tarafa karşı sadece kendi dükkanını sembolik de olsa açabilmenin utancını yaşarken diğer tarafa kafa tutacak olmanın verdiği korkuyu yaşıyordu. Peki mahallede sağlam kalanlar onu sağ bırakır mıydı? O böyle naif bir barış elçiliğine kalkışmamış olsa bunlar yaşanır mıydı? Peki ya o minik kızı içeri almamış olsa o minik kız yaşıyor olur muydu?

Dükkana doğru ilerlerken tüm gözler ondaydı. İlerledikçe görmek istemediklerine, yaklaşmak istemediklerine yaklaşıyordu. Dükkanın önünde durdu, cebinden kepenk kilidinin anahtarını çıkarttı. Kepenk büyük bir gürültüyle yukarı doğru açıldı. Cebinden çıkardığı diğer anahtarla dükkanın kapısını ardına kadar açtı. Yüzünü tekrar sokağa döndü ve yere eğildi. Kapısının önüne bırakılmış minik kızın cansız bedenini kucaklayarak dükkandan içeri girdi.

Kapıyı arkasından kapattı.

Bu hikaye Öykü Atölyesi'nce belirlenen yukarıdaki fotoğrafın beynimden kovaladıklarıyla yazılmıştır.