
Doğum günüydü...
Öykü Atölyesi'nce belirlenen resim ve konu başlıklarını esas alarak yazdığım hikayelerin sergi alanı.
Komodinin üstündeki para yığınına baktı. İlk defa kendisinden memnun olmayan bir ifadeyle yüzünü tavana çevirdi ve derin bir nefes verdi. Sonra bir kez daha derin bir nefes alıp verdi. Nefesi verirken neredeyse burnundan ofladı. Banyodan duşun sesi geliyordu. Bu odaya getirdiği ve o banyoda duş alan yüzlerce insanı düşündü. Onlar duş alırken üstünü temizlerdi, her zaman komidin çekmecesinde bulundurduğu havluyla terini siler, hemen giyinmeye başlardı. Ama bu defa yattığı yerde duruyordu. Duşta akan suyu dinliyordu. Ses arada sekteye uğruyordu, o zaman duşun altına girdiğini anlıyordu. O sırada su omuzlarına, saçlarına değiyor ve bu da yere düşen suyun miktarını azaltıyor olmalıydı.
Aslında o da sadece onlardan biriydi. Bunu kafasında defalarca tekrar edip inanmaya çalıştı. Hem bir hemcinsiyle ilk defa da buluşmamıştı. Defalarca bu tarz işler almıştı. Arayıp istedikleri tipi anlatırlardı, istedikleri günü, saati söylerlerdi ama yeri belirleyemezlerdi. O da eğer seçildiyse her zaman bu otel odasını kullanırdı. Yapılan icraata göre belirlerdi ücreti. Sabit bir ücreti yoktu. Şimdi komidinin üstünde, telefonun hemen önünde duran paralara bakıyordu. Yaşadıklarına kıyasla çok fazla istediğini hissetti. Yaptıklarını düşününce bu para destesi normaldi ama o tek kuruş bile almaması gerekiyor gibi hissediyordu.
Bunları düşünürken o da duştan çıkmıştı. Beline sardığı havlu düştü düşecek gibi duruyordu. Bu odaya ilk girdiklerinde hiç çekici gelmeyen bu insan sanki başka birine, dünyanın en çekici insanına dönüşmüştü. Şimdi hepsi baştan başlasın istiyordu. O zaman yapmak istemediklerini şimdi istiyordu ama artık bitmiş, gitmişti. Onlar bir çift değildi ki, tekrar istesin. Bu bir işti. İşini yapmış, parasını almıştı. Para almadan yapacağını söylese olur muydu?
- Tekrar yapalım.
Düşündüğünü farkında olmadan seslendirince odada zaman durdu sanki. O yatakta beline düşmüş yorganın altında yatarken, o da başını öne indirmiş saçlarını kuruluyordu. Başını arkaya atarak, havluyu yüzünden çekip ona baktı. Yüzünde değil ama gözlerinde alaycı bir ifade vardı.
- Bu sefer de ben ödeme isterim ama.
Ciddi mi diye bir süre gözlerine baktı. Sonra birbirlerine gülümsediler, gülümsemeler kahkahalara dönüştü. Sonra hemen yine sustular. Islak saçlarıyla ona bakarken ağzından dökülen kelimelerle soğuk bir duş aldı.
-İstemiyorum. Ne sandın? Böyle bir deneyimin ardından aşık olduğumuzu falan mı? Buraya nasıl ve neden geldiğimizi hatırlamıyor musun? Uzun boylu, sarışın ama koyu renkli gözleri olan, kültürlü ve eğitimli birinin bu akşam bana eşlik etmesini istedim o kadar. Sen çıktın ki buna müteşekkirim ama bunu hayatımın aşkını aradığım için yapmadım. Benim için hiç bir şey ifade etmiyor. Ama sen daha önce bir hemcinsinle bunu yapmadın herhalde. Bunu benden istediğin için seni kovdurabilirim bile.
Ne diyeceğini şaşırmıştı. Öyle bakakalmıştı. Komidinin üstündeki paralara tekrar baktı. Artık parayı alması gerektiğini düşünüyordu ama bu sefer de gururu müsade etmiyordu. Tam bir kısır döngü. Almamayı düşündüğü parayı şimdi hakettiğine inanıyordu ama eli gitmiyordu. Paraları olduğu gibi alıp ona fırlatmak istiyordu. Ama bu çok dramatik olurdu. Paraları alıp tavana fırlatsam, odaya saçsam diye düşündü. Yapamadı.
-Korkma seni şikayet etmeyeceğim. Ruh görmüşe döndün birden. Lafın gelişi söyledim onu. Yani ona uygun bir durum demek adına. Neyse ben giyinip çıkacağım. Sakın bunu takıntıya dönüştürüp de beni takip etmeye falan çalışma.
Ne demeye çalışıyor, kendini ne sanıyor, ne saçmalıyor diye düşündü. Ona bağırmak, avazı çıktığı kadar bağırmak istiyordu. Kovulmayı kulakları duymamıştı bile. Onun kendini beğenmişliği karşısında şok olmuş, tepkisiz kalmışken bunları duyduğuna inanamıyordu. Gerçekten kendini dünyanın merkezine koymuş bu insanın odadan bir an önce defolup gitmesini istiyordu.
Pahalı, parlak yün kumaştan takımını giyerken onu seyretti. Ayakkabıları da parlak İtalyan derisinden pahalı bir çiftti ve kesinlikle özel yapım olduğu belliydi. Kendi parfümünün yanında olmadığını söyleyip onunkini kullanmak istediğinde “sen de kalsın” demek istedi ama sonra o gidene kadar tek laf etmek istemediğini düşündü. Aynı cinsten olmanın avantajlarından biri olmalıydı aynı parfümü kullanabilmek. Aynı gardrop, aynı fırça, aynı çanta, aynı kemer, her şey her şey ortak olabilirdi. Onunla ortak eşyalar kullandığını düşünemiyordu. Az önce arzuladığı, az önce bedava arzuladığı insandan şu anda tiksiniyordu. Birini bedava arzulamak sık karşılaştığı bir his değildi ama tiksinmek her günün bir parçasıydı adeta.
Artık tamamen giyinmişti, kapının önünde saatini ve yüzüğünü takıyordu. Paravan bir evliliği olduğunu düşündüğü anda onu yine şaşırtmayı başardı.
-Yüzüğümü takarken nasıl baktığını gördüm. Nasıl oluyor da hemcinsini tercih eden bir insan karşı cinsle evli olabiliyor diye düşünüyorsun. Muhtemelen ne kadar aşağılık, iki yüzlü, riyakar ve rezil bir insanım değil mi? İtiraf et böyle düşünüyorsun. Şu haline bak. Önyargılı olabilecek bir durumun var mı senin? İnsanların en önyargıyla yaklaştıkları mesleği yapıyorsun ve bana önyargıyla yaklaşabiliyorsun. Böyle bir lüksün hatta hakkın varmış gibi!
Kaşlarını kaldırarak “Neden olmasın ki? Haklı değil miyim?” gibilerinden bir bakış attı. Hala bir şey söylememekte kararlıydı.
-Demek öyle. Bak canım, beni yargılayacaksan eşime otel köşelerinde saygısızlık yaptığım için yargıla ama asla iki yüzlü olduğum için değil. Sandığının aksine karşı cinsten biriyle evli değilim çünkü. Yurtdışında, bunun yasal olduğu bir ülkede evlendik biz. Yani evet bir alçaklık var ama senin küçük aklının hesaplayabildiği gibi değil.
Sessizlik.
Utanç.
-Ne oldu küçük dilini mi yuttun?
Sessizlik.
Utanç.
Kapı çarpmasının odanın dört duvarı arasında bir kaç kez çınlaması.
Sessizlik.
Öyle bir sessizlik ki havaya savrulan paraların yatağa, halıya, komidine, komidinin üstündeki telefona düşerken çıkardığı sesin bile duyulması.
Bu kısa hikaye Öykü Atölyesi tarafından belirlenen fotoğrafın beynimden kovaladıklarıyla yazılmıştır.
Koyverdun gittun beni oy koyverdun gittun beni.
Allah’undan bulasun oy Allah’undan bulasun.
Kimse almasun seni. Kimse almasun seni.
Yine bana kalasun.
Sevduğum senun aşkın...
Ciğerlerumi dağlar.
Hiç mu düşunmedun sen? Hiç mu düşunmedun sen?
Sevduğun boyle ağlar. Sevduğun boyle ağlar.
...
Tekne Karadeniz açıklarında kaybolmak üzereyken, derinden duyulan türkünün sesi de uzaklaşmaktaydı. Denizi mi tercih etmişti, onsuzluğu mu? O değil miydi, aynı kişi değil miydi “Seni vermezlerse bu şehirde de, o şehirde de taş taş üstünde bırakmam” diyen?
Taş taş üstünde kalmadıydı ama şehirde değil, kalbinde taş taş üstünde kalmamıştı. Onu tanıdığı güne lanet etti. Sinop’a geldiği güne lanet etti. Sinop sokaklarını sevdiği güne, evini ilk gördüğü anda hissettiği heyecana lanet etti. Sinop’u sevdiği güne lanet etti.
“Artık bu şehirde yaşamaya tahammül edemiyorum! Karadeniz’e gidiyorum!” deyip de kapıyı çarptığı gün dışa yansıyan öfkesinden görülmeyen bir umut ve heyecan vardı içinde. Sinop’ta kim olduğunu, kim olduklarını bulacaktı. Nerelisin denildiğinde “Sinopluyuz” diyordu ama ne demek anlamını bilmiyordu. “E, gözlerin niye mavi değil ki?” diye sorulduğunda “anne tarafımız Çorumlu” der, keserdi.
O kapıyı çarptıktan 2 gün sonra Sinop’taydı. Elindeki adresin kapısını çaldığında ise 1 hafta geçmişti bile. Kapıyı, daha sonra kuzeni olduğunu öğreneceği bir kız açmıştı. Onun mavi gözleri vardı işte. O mavi gözler soru sorar bir ifadeyle yüzüne bakıyordu. Konuşmadıkça gözlerini iyice açıp kaşlarını havaya kaldırarak “eeeee?” dercesine bir bakış attı. Hala bir cevap alamayınca içeri doğru dönüp seslendi:
“Gariiiiiiiiiiii, kapinun eşuğunde biri var. Türkçe bilmeyo” dedikten sonra gerisin geri gözlerinin içine baktı yine “bilmezsun di mi?”
O zaman kendini toparlayıp “ben Janset” dedi. “Belki annemler aramıştır.”
Kızın yüzünde koca bir gülümseme belirdi.
“Oiyyyyyyyyyy! Gari koş, amcamgillerin kızı gelmiş.
Janset Abla hoşgeldun. Geç geç. Çantan pek hoş. Ver şuraya koyayum.”
Kendi evlerinden ne kadar farklıydı. Ancak turistik bir gezide görebilirdim böyle bir evi diye düşündü. Koridorun ucundan sağına soluna sallana sallana kilolu bir kadın geliyordu.
“Viriiiiiiiii, bi an ananı gördum sandum karşumda! Ayni o olmuşun.”
“Biliyorum. Gözlerim de mavi değil.”
Kadın mavi gözleriyle “anlamadım” dercesine bir bakış attıktan sonra “gel gel, hazırladuk odanı. Bubanun eski odasidır. Oiyyyyyy, oiyyyyyy. Seveceksin.”
“Yok ben kalmam Sündü Hanım. Otelde...”
“Ne hanumu kızım? Yenge dersun. Aaa.”
“Yenge...ben otelde kalacağım. Odam var orada.”
“Janset Ablaaa. Yarin düğunumuz var biliysen. Yani bizim değul de, gideruz ama.”
“Kızım ne oteli? Otel da ne? Gerzeli Metkan’ın yeğeni gelecuk da otelde mi kalacuk? Hortlu musun sen? Bi kere laf olur. Olmaz. Biz Kuban’ı gönderup aldiriruz neyun varsa.”
“Eci? Janset Abla? Düğune gelceysun di mi? Şimdi geldiğini duyunca seni de okurlar.”
“Kızım evde yalnız kalacuk değul ya! Gelecuk elbet.
Sen şimdi yerlaş odana. Ben gidup bi mıhlama yapayum, çayla yeruz. Açsun di mi? Kız sen da git bak işıne. Hade.”
“Ama Sündü Ha...Yenge, benim gerçekten...”
“Kızım senin lafun geçmez burda.”
Sündü Hanım odadan çıktı. Küçük kız Janset’e döndü,
“Ben Zişan bu arada.”
“Memnun oldum Zişan. Biraz sonra geliyorum.”
“Eci, çok güzelmişsin.”
“Teşekkürler. Sen de güzelsin. Eci deyip duruyorsun, ne demek o?”
“Abla demek.
Gitmem lazım anam kesecak beni.”
Zişan da odadan çıktıktan sonra kapıyı yavaşça kapattı. Camın önünde, yatağın çaprazında duran dar koltuğa dizini dayayıp camdan dışarıya baktı. Gördüğü en güzel manzaraya baktığını düşündü, sadece sokağı ve insanları görse de.
Bir süre sonra aşağıdan Sündü Hanım’ın mıhlama dediği yemeğin kokusu gelmeye başladı. Bir an önce aşağıya inip yemek ama daha çok konuşmak istiyordu. Sündü Hanım’ı da, Zişan’ı da sevmişti ama akrabasını sever gibi değil, ilk defa gördüğü akrabasına kanının ısınması gibi. İniş o iniş akşam yemeğine kadar konuştular. Sündü Hanım, Zişan’ı, Zişan’ın abisi Kuban’ı anlattı, Sinop’un köylerindeki diğer akrabalarından bahsetti. Kaç aile, kaç çocuk, kaç kuzen, kaç gelin, gelinlerin aileleri, çocukların okulu, işi, evlilik çağına dair her şey. Sonra amcasından 12 yaş küçük babasının gençliği, annesine nasıl aşık olduğu, herkese rağmen onunla kaçarak evlenmesi ve bir daha Sinop’a dönmemesi yüzünden dedesinin yani babasının babasının üzüntüden göçmesi.
“Bubannen daha şanslıydı. Heç bunları görmedan öldu. Bakma biz ananı severduk ama gelenekler işte. Baban calıcappar, anan cazu. Didan da dırganın tekiydi. Birbirlerine gafa tutunca çözemeduk.”
Janset daha fazlasını öğrenmek istiyordu, onun için gelmemiş miydi? Ama yemek vakti yaklaşıyordu, birazdan amcası geldi. Sündü Hanım kadar heyecanlı sahneler yaratmadı ama bir sarıldı, bir daha bırakmadı.
***
Sabah Zişan odanın kapısını çaldığında Janset çoktan kalkıp giyinmişti, camın yanındaki koltuktan dışarıyı izliyordu.
“Eciiiiiiiii. Bugün düğun vardur, çok heyecanlı di mi?”
“Öyle de giyecek bir şeyim yok benim. Ne yapacağız?”
“Anaaa daha iyi ya! Gariiiiiiii, Janset Ablam’ın düğuna giyecek entarisi yoktur.”
Zişan’ın bağırmasıyla Sündü Hanım kapıda belirdi.
“Oiyyy, Janset, sana ninanın nişanlığını giydirelum. Sana da ninanın entarisu pek güzel olur da. Haydi bakayum, gel bakalum üstüne olur mu. Büyuk gelursa işimiz var demektur da.”
Janset, odadan çıkan 2 kadının peşinden bir başka odaya geçti. Camda kanaviçeli perdeler, altı yastıklı bir sedir, ortada, yerden biraz yukarıda çapı neredeyse bir metre bakır bir tepsi masa ve sedirin tam karşısında ahşap bir sandık vardı.
“Gari, hiç bana açmayasun bu sanduku da.”
“Sen küçuksun daa.
Aslunda artuk o kadar küçuk da değilsun. Gelcuk ilbat senun da suran.
Al bakalum, Janset kizum. Giyuver.”
Janset babaannesinin nişanlık elbisesini büyük bir itinayla giydi. Oldukça eski olan bu elbise her an bir yerinden yırtılacak gibi duruyordu. Elbise üstüne tıpatıp oturdu ama biraz kısa geldi. Babaannesinden çok daha uzun olduğu kesindi ama bu yaşında 17 yaşında nişanlanmış birinin elbisesine girebildiği için kendisiyle gurur duyuyordu. Ama boyu konusunda yapacak bir şey yoktu.
“Sana düz bir potin bulmamuz lazumdur.”
“Sorun değil, babetlerim var yanımda onları giyerim.”
“O da ne ola ki kız?”
“Topuksuz ayakkabı işte. Düz yani.”
“Tamam o zaman güzel onu da hallettuk.”
Janset kendini aynada görünce inanamadı. Bir kaç dakika içinde bambaşka biri olmuştu. Tanıdığı, özlediği ama daha önce hiç görmediği biri duruyordu karşısında.
“İşte” diye düşündü “seni bulmaya gelmiştim.”
***
Düğüne gitmek için hazırdı. Janset olarak gidebilirdi düğüne. Sinop’a geldiğinden beri Janset’i kullanıyordu. Daha kimseye ilk adını söylememişti. Buna niyeti de yoktu. Esra kısa ve şehirliydi ama Janset’in teniyle daha iyi uyuştuğunu hissedebiliyordu. Hele Sinop’ta.
Düğüne gitmek için yola çıktılar. Amcası ve Sündü Hanım önde Janset, Zişan ve Kuban arkada, çok uzağa değil yan sokağa gidiyorlardı. Davul sesleri duyuluyordu. Tam düğün yerine varacaklardı ki bir bağrışma duydu.
“Gel ulan buraya! Gel deyrum!”
“Abi, ben yapmamişumdur. Valla diyerum.”
İlkokul çağında bir çocuk Janset’e çarparak yoluna devam etti. Janset sendeledi, yanından geçtikleri evin duvarına tutunmaya yeltendi ama yetişemeyeceğini anlamıştı ki bir el onu belinden yakaladı.
***
İşte böyle tanışmışlardı. Dokunarak. Teşekkür bile edememişti. Her kim kavradıysa belinden bir an gözgöze geldikten sonra “Metkan Dayı” diyerek amcasını selamlamış ve küçük çocuğun peşinden düğünün yapıldığı yere doğru koşmaya devam etmişti.
O kadar anlık görmüşlerdi ki birbirlerini düğüne vardıklarında onu tanıyacağını sanmıyordu. Yanılmıştı. Düğüne vardıklarında gördüğü ilk çift mavi göz onunkiydi.
Hemen yanına geldi, yamacında bir başka kızla. Zişan da bitiverdi yanlarında.
“Daryal Abi!”
“Ha Zişan?”
Mavi gözlü, uzun boylu gencin yanındaki ince yapılı, uzun boylu, uzun saçlı kız bir kız vardı. Belli ki gören bakan var mı kaygısı taşıyordu. Çekik gözleri bir sağa bir sola hızlı hızlı atılıyordu. Belli ki içi rahat etmemişti. Yanlarından hızla ayrıldı.
“Daryal Abi, Albina Eci nereye gittu?”
“Sen çok sokma o güzel burnunu.”
“Daryal Abi, bak bu Janset Abla, amcamun kizı. İstanbul’dan yeni geldu.”
Gencin mavi gözleri Janset’e döndü. Onu ikinci defa gördüğünün farkındaydı. Gözleri kilitlendi. Janset istese de gözlerini geri çeviremiyordu. İlk Janset toparlandı.
“Merhaba. Memnun oldum.”
Daha Daryal’in ağzından laf çıkmadan bir grup genç gelip onu alıp götürdüler.
***
Böyle tanışmışlardı.
Daha aşık olduklarını bilmeden.
O, onun İstanbul’da yaşadığını, o da onun nişanlısı olduğunu bilmeden.
Öğrendiklerindeyse hiç de geç olmayacaktı çünkü aşkın gözü kör olacaktı.
Kimlerin kalbini kırdıklarını bilerek ama ne kadar kırdıklarını bilmeden birlikte olacaklardı.
Daryal’ın arkasında bir ağlayanı olduğunu bilerek ama birlikte olmalarına karşı çıkılacağını bilmeden.
Karşı çıkıldığını anladıklarında da geç olmayacaktı çünkü aşkın gözü kör olacaktı.
Daryal sözler verecekti, haykıracaktı “seni bana vermezlerse ne bu şehirde ne o şehirde taş taş üstünde bırakmam” diye ama savaşacak gücü olmadığını bilmeden.
Janset kendini bulduğunu bilerek ama onları kaybedeceğini bilmeden yaşayacaktı tüm olanları. Sinop’ta en son göreceğinin bir teknenin kıçı olacağını bilmeden yaşayacaktı tüm olanları.
Daryal, bir teknenin içinde avlanmaya diye kaçmaya gideceğini bilmeden yaşayacaktı hepsini.
Hiç düşünmeden, düşünemeden ama sevdiğinin ağladığını bilerek kaçacağını bilmeden.
Sinop Şivesi ve Çerkez İsimleri Sözlüğü:
Albina: Kafkasya’da bir ırmak ismi.
Calıcappar: Atik çevik.
Cazu: Havai kız.
Daryal: Kafkasya’yı kuzeyden güneye bağlayan geçidin ismi.
Dırga: Geçimsiz, huysuz kişi.
Eci: Abla.
Gari: Çocukların annelerine hitap şekli.
Hortlu: Anasız-babasız, kimsesiz kişi.
Janset: Tarihten bir isim.
Kuban: Kafkasya’da bir nehrin, ovanın ve uygarlığın ismi.
Metkan: Eğitilmiş, yüce kişi.
Okumak: Davet etmek, çağırmak
Viri: Aman Allah’ım anlamında kullanılan kelime.
Zişan: Bir tek can.
Bu hikaye Öykü Atölyesi'nce belirlenen yukarıdaki fotoğrafın beynimden kovaladıklarıyla yazılmıştır.
Bu kepenkler bir daha açılabilecek miydi?
Yağmalanmış sokaktan geçerken bunu düşünüyordu. Kendi dükkanının sağında, solunda, karşısında camları kırılmış, içinde lastik yakılmış, yerde kan lekeleri olan dükkanları gördükçe kendi kepenklerini açma fikrine sıcak bakamıyordu.
Korkudan mı, utançtan mı böyle hissettiğini bilemiyordu. Belki ikisi birden. Bu semtte dükkan açarken arkadaşları, ailesi uyarmamış mıydı? Onları dinlemiş miydi peki? Hayır. O barışçıl bulduğu hareketinin gerçekleri yansıtmadığını şimdi görüyordu.
Kendinden farklı insanların bulunduğu bu bölgede dükkan açarken 2 topluluk arasında bir zeytin dalı olduğunu hayal etmişti. Ancak yeni mahalleden de tüm o uyarıları utandıracak bir hoşgeldin duymamıştı.
Hoşgeldin duyulmayan bir yerde satış da olmuyordu haliyle. Sadece arada denk düşen bir kaç turist açıyordu kapısını; düzenden bihaber oldukları için.
Satışlarının iyi gitmediği o günlerden birinde, kendini kovalayan bir grup gençten kaçan o minik kız olmasaydı işleri dönmeyecekti ama tüm bunlar da yaşanmayacaktı. O gün o kıza kapısını açmasa, o iyiliği yapmasa, insan olmasaydı bunların hiç biri olmayacak mıydı? Yoksa başka bir neden bulup çıkarırlar mıydı? Bu düşünceyle içindeki korku ve utanca suçluluk duygusu dediğimiz kemirgen de katılmıştı.
Kız kendini kapıdan içeri attığında günlerden neyse neydi ama havanın boğucu sıcaklığını hatırlıyordu. Kız ise onun kim olduğunu biliyordu ama başka çaresi de yoktu. Atıvermişti kendini dükkana işte. Atmasıyla birlikte “yardım et” demesi de bir olmuştu ama gözlerinin içine bile bakamıyordu bunu derken.
Kızı kenara çekti ve dükkanın kapısını açıp sokağa çıktı, kapıyı arkasından kapattı. Gençler kızın içeride olduğunu biliyordu. Aslında kovalamacanın heyecanı kızın kapıdan içeri kaçmasıyla son bulmuştu. Kız sokaktaki hangi kapıdan içeri kaçarsa kaçsın kovalamacanın orada biteceğini ve devamının gelmeyeceğini zaten biliyorlardı. Fakat kız can havliyle en yakındaki dükkana kaçmak zorunda kalınca, dükkan sahibi de o olunca işler değişiyordu. Başka bir heyecan başlıyordu. Kafa tutmanın heyecanı.
“Nasıl tutarsın içeride onu?” diye bağırdı bir tanesi. Bir başkası “Burada dükkan açman yetmiyor, bir de onlardan mı oldun?” diyerek üstüne yürüdü. Onlara ve dediklerine o kadar ifadesiz bakıyordu ki... Sayıca üstün oldukları için bir şey yapamayacağının farkındalığının verdiği sakinlikti bu. “Babamla geçmişin olmasa acımazdım. Yürüyün gidiyoruz.” duyduğu son cümle oldu. Arkasını döndü dükkana girdi. Bu genç çocukların, çok değil, sadece 2 sokak ötede yaşadığına inanamıyordu.
Kızın bir kaç dakika sonra tek kelime etmeden ama minnettar gözlerle bakarak dükkandan çıktığı o günden sonra ilk defa bir mahalleliye satış yaptı. Kızın akrabası bile değildi alışverişi yapan. Demek ki haber çabuk yayılmıştı. Her geçen gün mahalleden müşterileri arttı.
Ailesi ve arkadaşları da farkındaydı ama o, onun için sevinmek yerine, uyarıları boş çıktığı için hissettikleri hırsla yandıklarının farkına varamamıştı. Gelişmeleri büyük bir barış anlaşmasının imzalanmasında önemli bir rol oynamışçasına heyecanla paylaşmıştı. Onların da bu huzuru hissetmesini istemiş, her şeyi çok güzel yapacağını sanmıştı. Onlar da görmeyi, hissetmeyi başarabilirlerse 2 sokak ötesi 200 yıl öncesi gibi olmayacaktı.
Şimdiyse o barış anlaşmasının küllerine bakıyordu. Mahallenin böylesine yağmalanmış ancak kendi dükkanına hiç bir zarar gelmemiş olması şans olabilir miydi? Bunu kimin yaptığı bulunmamışken şans kelimesine kendini çok yakın hissedebilir ve içini rahatlatabilirdi. Ancak kimin yaptığı belliydi, sadece kendi dükkanının ayakta olmasından belliydi.
Şimdi o kepenkleri açarsa bir tarafa karşı sadece kendi dükkanını sembolik de olsa açabilmenin utancını yaşarken diğer tarafa kafa tutacak olmanın verdiği korkuyu yaşıyordu. Peki mahallede sağlam kalanlar onu sağ bırakır mıydı? O böyle naif bir barış elçiliğine kalkışmamış olsa bunlar yaşanır mıydı? Peki ya o minik kızı içeri almamış olsa o minik kız yaşıyor olur muydu?
Dükkana doğru ilerlerken tüm gözler ondaydı. İlerledikçe görmek istemediklerine, yaklaşmak istemediklerine yaklaşıyordu. Dükkanın önünde durdu, cebinden kepenk kilidinin anahtarını çıkarttı. Kepenk büyük bir gürültüyle yukarı doğru açıldı. Cebinden çıkardığı diğer anahtarla dükkanın kapısını ardına kadar açtı. Yüzünü tekrar sokağa döndü ve yere eğildi. Kapısının önüne bırakılmış minik kızın cansız bedenini kucaklayarak dükkandan içeri girdi.
Kapıyı arkasından kapattı.
Bu hikaye Öykü Atölyesi'nce belirlenen yukarıdaki fotoğrafın beynimden kovaladıklarıyla yazılmıştır.